1) İnsanın gözlerinin yanması iyi bir şey değildir. İyiye işaret değildir. Ya uykun gelmiştir ama sana 'hadi git yat artık, gözlerin ne halde' diyen olmadan uymaya yanaşmayanlardansındır. Ya da ateşin çıkmıştır. Ateşlenince pek duygusal, pek çocuk olursun. Çaktırmamayı kendine hiçbirşeyi iyice hatmetmelisin. Çok sigara içmişsindir, dumanı gözlerine eziyet etmektedir. Pek fena!
2) Sokakta şoförü olmayan arabalar görmekten bıktım usandım! Zaten hep yanlış yönden gelip beni öldürmeye çalışıyorlar ama allahtan öyle mıymıylar ki ben yürürken bile onlardan hızlıyım.
3)Mıymıylıkları insanların beni öldürücek yakında.Herşeye cheers, herşeye tebessüm, herşeye sorry bana fazla geldi. Yolda çarpıp geçen, arkasına bile bakmayan insanlarımı özledim. Kalabalık otobüsleri... Kalabalık caddeleri... Lancaster elleri iyice ıssızlaştı soğuklar ve Christmas tatili bastırınca. Manchester ve Liverpool gibi 2 cici şehirleri ziyaretlerimden anladığım kadarıyla ben kessen küçük yerde yaşayacak insan değilmişim. Halbuki kendimi hiç böyle bilmezdim. Huzur peşinde koşar bünyem sanırdım. Meğersem ben kaosla besleniyormuşum.
4) Çay- simit ikilisi için ölen de öldüren de bizdendir. Yanında beyaz peynir (tam yağlı-inek) için gerilla savaşı caizdir. "Deniz- martı sesi alır mısınız?" diye soranın üstün başarı nişanı bendendir.
5)Her duygunun garip bir imajı var zihnimde. Bunları ifade edebilmek için tembelliğimden ne zaman sıyrılırım allah kerim... Ağzına hazır kremşanti benzeri şeyi sıkmak mesela azcık buhran, azcık saadet, azıcık çocukluğun can bulması, azıcık tembellik ve bi tutam kendine acıma ama bi yandan da 'yemişim lan' tadında bi huzur...
6) Zamanlama konusunda kendimi geliştirmek zorundayım. Dakiklikten söz etmiyorum ama en azından 5 dakika falan geç kalayım en azından bi yere. Yalan söylemekten geç kalışlarımla ilgili ben nefret ettim artık. Yeni yılda istediğim budur, bi yere zamanında varabilme, bir şeyleri zamanında teslim etme, kısacası herşeyi uygun zamanında yapma becerisi (benim için süper güç değerinde) talep ediyorum. Nütfen, nütfen, nütfen...
7) Uzun süredür gün ışığından sadece 2-3 saat faydalanabiliyorum. Bunun değişmesini de talep ediyorum. Yetkililer kim bilemiyorum ama benim de pek yetkili olmadığım aşikar.
8) Yıllardır kafa yormalarımdan bir sonuç aldım ve eğer bir süper gücüm olursa bunun düşünce gücü olmasını istediğime nihayet karar verdim. Hep doğa olaylarını kontrol etmek ve ışınlanmak tarafından dikkatim dağıtıldı ama insanların düşüncelerini kontrol edebilmek istiyorum. Evet, evet.. Son kararım budur!
9) Yine uzun yıllar karar veremediğim bir sıralamayı da yapmayı başardım. Ben en çok çerez seviyorum abur cubur olarak ve sırasıyla en sevdiğimden daha az sevdiğime göre sıralamayı da başardım. And oscar goes to...
1. Badem
2. Kaju
3. Fıstık
4. Fındık
5. Ceviz
6. Nohut (beyaz leblebi olarak da bilinir:) Evet bu kadar!
10) Dondurmayı neli sevdiğim konusunda hala bir netliğe ulaşamadım. Herşeyli diye özetlenebilir hala. Ama Ali Usta'da Bademli.. (Bkz madde9) Şimdi Moda'da olmak vardı...
11) Evet, saçma sapan şeyler düşünmek için bol bol vaktim var ve bunun için para alıyorum. Aslında alamıyorum. Çünkü evraklarım ellerine geç ulaştığı için bana Şubat'a kadar para vermeyebilirler. Bu yüzden gergin ve tedirginim ama olsun, hangi işim yolunda gitti ki, bu gitsin. Bedevilik kariyerim basamakları hızla tırmanırken, ben kim oluyorum da buna şaşırabiliyorum.
12) Maddelerle yazmayı çok seviyorum. Kafamı ancak böyle toplayabiliyorum. Sanırım bu yaştan sonra bi dikkat sorunu yaşıyorum ve tedaviye şiddetle ihtiyaç duyuyorum. Misal aslında şu an bunları yazmak yerine istatistik ödevi yapmalıyım ama odaklanamadığım için burdayım. Tralalala!
13) Saçma teorilerim hakkında dakikalarca düşünüp, deli insan pozu vermeye bayılıyorum. Hem oyalayıcı hem eğenceli. Teorimsilerden seçmeler: "Dünyadaki mutluluk kotası ve dengeleri, Acmut, Yufka açma klubü, Çorba teorisi, Kemikli Et Sabiti vb."
14) Son derece karmaşık yemekler yapabilirken, yumurta pişirmeyi bi türlü beceremem lütfen bi çözüme ulaşsın. İmam bayıldı yapabilip, menemen yapamamk ne büyük lanet arkadaş!
15) Kahve sanırım artık direk beynime gitmeyi öğrendi. Aferin kahveye ve bana bunları yazdıran çılgın kafein partküllerine.
16) Eternal Sunshine of the Spotless Mind evet güzel bi filmdi ama benim yıllar sonra filme karşı bi çeşit obsesyona dönen bugünlerdeki tavrım beni korkutuyor. Repliklerini okumaktan bir hal oldum, uykumdan 'meet me at mountack' diye uyanır, 'huckleberry Finn'siz gün geçiremez oldum.
17)Herkes Belle and Sebastian dinlesin, dünya daha güzel bir yer olsun! Neden? Çünkü ' Don't
Leave the light Baby'! Sümbül gibi bırakılmasın lambalar. Milli servet! Ayrıca " You made me forget my dreams"
http://www.lastfm.com.tr/music/Belle+and+Sebastian/_/You+Made+Me+Forget+My+Dreams
18) Bütün yoğurt/ süt/ peynir vb. mandıra sıkıntılarımın çözüldüğünü gururla bildiririm. Nasıl mı? Alıştım annem, alıştım. Ben kimim ki mandıra ürünlerine direnebiliyorum, tabi ki uyum sağladım. Her yamaçta gördüğüm tombik koyunların şirinliğine adına, naturaal yoguuurrtt!
19) Kendime ültimatom verdiğim 'to do list'ler yapmaya ne zaman başladım, ve bu durum kaç yıldır devam ediyor ve ben nasıl olup da o listelere bir türlü uyum sağlayamıyorum bilemiyorum. Kendime gestapoluğun sökmediğini kendime nasıl açıklamalıyım. Yıllardır kendime kaç kez aburcuburu yasakladım, ders çalışmayı hükmettim, kilo ver diye terbiyesizlik ettim kim bilir... Tembellikte, garfield, homer hepsini getirin, doktoramı çoktan verdim bile, rakip tanımam. Benden daha şahane kimse zaman öldüremez. Zamanı en güzel ben öldürürüm.
20) Çift sayı oldu nihayet! Herkeslere şahane yeni yıllar dilerim! Eski yıl sona erdi, yepyeni bir yıl geldi! Yeni yıııl, yeni yıll herkese kutlu olsun.
20.5) Bir önceki maddeyle kısmen obsesif bi yanımın açığa çıktığını farkettim. Üstüne gitmeye karar verdim :)
20.78) Haha yine çift! Neyse bir de burda havalar çok soğuk. Annesi çılgınlar gibi bere atkı örüp üreten bi insanın buralarda yokluk çekip, minik (ama hakkaten hastalık derecesinde minik) kulaklarını soğuğa teslim etmesi, arkasından biri gelip, kulağına 'pıt' diye vurup kulağını kırarsa diye korkması büyük bir acı.
Herkesin normal normal hallettigi, sahip oldugu seylere, -aptal veya beceriksiz olmadigi halde- bir Zeyna, bir Joan d'Arc eforu ile ulasmasi gereken bi insanim sadece.
20 Aralık 2009 Pazar
bitmeyen kalemler
Bitmeye çalışan ama bi türlü de bitmeyen kalemlere gıcığım! Bana hayatımdaki diğer tükenmekte can çekişen şeyleri anımsatıyorlar. Yazarken bitiyor, kenarı koyuyorsun. Yanlışlıkla eline alıp yazmaya çalışınca hoop yine yazabilicek kadar kısa bir şeyi mükerekkep oluyor içinde. Sonra yine tükeniyor. Sonra eline tekrar alıyorsun, yine mürekkep var. 2 kalem bitmek için can çekişiyor ama tam bitmiyor da. Atsan bir türlü, atmasan öbür türlü. Tasarruf mu eziyet mi belli değil. Saçmalık. Ve sinir bozucu bir benzerelik... En iyisi 2 kalemi de çöpe atmak sanırım. Attım. Mavi kalemlerim bitti!
17 Kasım 2009 Salı
23 Ekim 2009 Cuma
i have an addiction, so what?
16 Ekim 2009 Cuma
medet senden ya fortune cookie



Efenim oldum bittim Amerikan filmlerinde görür özenirim, fortune cookie deyip kırıverirler içinden çıkana kah gülerler kah bilmem ne... Bu özendiğim gavur adetlerine kısmen bulaşma günüm ilan ettiğim bu günde(kendimi aburcubura tatlıya verdim demiyorum da süslüyorum) ; markette görüp de almadan geçemedim. Bizim yeri geldi mi falım sakızımız neyse bu kardeşimiz de o işlevi görüyor. Ben burda nerden kahve falı baktırırım? tarot baktırdım diyelim, söylediklerini anlamazsam param ziyan olur der yan çizerim. Sanki fal baktır baktır ölen, medyum hoca gezen bi insan gibi konuşuyorum ama insan memleketinden uzakta olunca batıl inanç ihtiyacı da artıyordur belki canım, biraz da bunu düşünün. Hem ihtiyacım var canım belki saçma sapan şeyler duymaya. Yıllardır söylediler sana yurtdışı var diye bak oldu, şimdi nolucak? geri dönüş var mı? onu soramadan geldim. Ya medet fortune cookie dedim! İçinden 'Renunion' da en genç görünen olacağımın müjdesi çıktı! Bu durum "Amazon" mu üzmesin, en azından bir reunion var havadisi benim günümü şenlendirdi!
Ben buna dadanırım gibi de geliyor gerçi bana, tadı yine rezalet. Yenecek bişey değil, kağıt gibi köpük gibi (aklıma karides cipsi hezimetini getirmedi desem yalan olur- çin işi işte),sırf içindeki kağıda para veriyor insan. Tavşan bulsam niyet çektirmeden geçmem, aynı hesap! Kampüsteki tavşanlara mı salça olsam acaba! Alisvari hasletlere gark oluyorum galiba!
hoşgeldin ya şehr-i halloween...



Cadılar bayramı yaklaşıyormuş efenim. Burada da cadılarıyla ünlü Lancaster Kalesi mevcut hatta okuldaki college'lardan birinin amblemi de adı da bu. Pendle Cadısı diyorlar. Kont Dracula da burlardaki Whithby civarında yazılmış, cadılar bayramında orada parti mevcutmuş. Ben bu neşeye tatlı bağlamında ortak olayım istedim, maksat erkenden havaya girmek. Beni bilirsiniz her işimi önceden ayarlamayı pek severim?! ahaha yani hep isterim de olmaz! Cadılar bayramına da bu biçimde ön hazırlık yaptım, işin içinde cup cake olmasaydı o iş de zordu ama oldu! Tatları o kadar da şahane değil valla özenmeyin!
britiş saptamalarım (not:naif)
Yolculuktu, yok efendim alışma devresiydi derken aklıma birşeyler takılıyor unutmaktan korkuyorum. Yazdığım bir takım ana parçaları daha sonra paylaşmayı planlayarak 2 haftalık maceramda aklıma takılan, veya dikkatimi celbeden şeylerin kısa bir listesini çıkarmaya karar verdim.
1. Yıllar yılı naide televizyon kanllarımız son baharden kışa geçerken mutlaka bir kez haberini yapar yok efendim rusların, gürcülerin, iskandinavların çocuklarını kara sokup çıkarışının. Biz de deriz: 'aneem, napıyorlar?! Donacak çocuk!'. her kültürün çocuk yetiştirme stili kendine (scientific objectivity bu) pek tabi! Ancak gözden kaçan ana nokta şu bence; İngilizler sadece kız çocuklarını vakti zamanında Arapların kuma gömdüğü misal kara ya da yağmur çamur birikintisine terk etmekte kanımca! İnsan evlatları üşümüyor yahu. Ya da üşüyorlar da çaktımamak makbul belki burda. Hava sıcaklığı 7 ila 11 arasında değişirken (gece daha soğuk haliyle), denizden geldiği belli epeyce soğuk bir rüzgar eser, yağmur ha yağdım ha yağacağım derken dilberler cıbıl gezmekte. Ben kafama atkı bağlamış, en kalın montu giymiş 'bırr' diyerek yolda hareket etme mücadelesi verirken yanımdan minicik eteği, topuklu (genellikle açık) ayakkabıları, yaka bağır açık bluzları ile makyajlı ve çığırtkan ingiliz kızları geçtikçe heyheylerim depdepleniyor- bak ne diyeceğimi bilemiyorum!
üstüne üstlük yağmurda sandalet ve babet de giyiyor bunlar!
İşte hayat bilgisi dersinin eksikliği bence burda karşımıza çıkıyor, mevsime uygun giyinme ünitesinden memleketçe çakmış bunlar!
2. Her tarafta tatlı var! Görüp görebileceğin her reyonda hem de. Kuru gıda, donmuş gıda, buzdolabı, kırtasiye reyonuna bile kurabiye koymuşlar, o derece! Envayi çeşit tatlının içinde kendimden geçtim pek tabi. Baktım, inceledim! Alkollüsü, alkolsüzü, low fat'i, high fat'i...Çılgınlık! Aklıma mukayyet olma çabası veriyorum! Ama her yerlerdeler...
3. O Ale ale diye methettikleri bira'yı da çözdüm. Pek tabi yeniliklere açık bünyem her cins ve çeşit birayı denemeyi planladı. Efes'e olan özlemimi insanlara 'bizim bi efes var çok şahane, biz de ellilik var, yok efendim saplı bardağa Arjantin deriz' diye cümleler kurarak gidersem de yeni denemelerim sürüyor. Ale denilen bu kara bira şahsıma içine kül karışılmış birayı anımsattı. Evet herkes bilir ergenlik yıllarında 'biraya kül karışırınca kafa yapıyormuş oolum' tarzı şehir efsaneleri dolaşır. Bendeniz böyle bir denemeye bile isteye asla girişmedim tabi aklı selim bi genç olarak. Ancak yoğun alkollü bir gecenin sonunda içine izmarit atılmış bira şisesini ziyan olmasın diye kafama dikmişliğim, o izmariti de ağzımdan 'blup' diye atmışlığım var ne yazık ki! Ordan biliyorum. Bu Ale'de o, izmarit yok ama küllü bira...
+.Martı geçince camımın önünden mutlu oluyorum. Sabahları İstanbul'da martıların coşkunca çıkarttığı ve benim o çok sevdiğim gürültü yok ama martı görünce bile insan anımsayıp sevinebiliyor. Zaman zaman aklıma 'Birds' de geliyor malum bu toprakların mahsülü ama ben İstanbul'u düşünmeyi tercih ediyorum.
5. İnsanlarla biraraya gelince ne yazık ki en çok yemekten konuşuyorum. Utanıyorum dostlarım ama bu böyle. Yoğurttan sütten peynirden dert yanıyorum, ete daha doğru dürüst el süremedim deyip sızlanıyorum. Yoğurtlar tatlı anasını satayım, süt çok yağlı tadı yağlı yağlı yahu böyle köy sütünün plastikisi, beyaz peyniri kim kaybetmiş ben bulayım; Greek versiyonu var o da taş gibi mübarek. Et konusu da benim için çok hassas olduğunda (lezzetli olmak zorunda) vegan bi yaşam sürdürüyorum. +5cm'lik salatalığım bitmek üzere yenisini alacağım, marıl ve makarna en sevdiğim şeyler, 'hey haat ben bu hallere düşecek insan mıydım?! ', en sevdiğim şey mercimeğin konserve versiyonunu bulabildim bir tek onu da konserve açacağım olmadığı için komşunun bıçağıyla 20dk.da falan açtım. Gözüm nasıl mercimek diye döndüyse artık. Komşunun bıçağını ise bana bıçak satmadıkları için kullanıyorum hala. Polise pasaportumu teslim edince bir süreliğine- göçmenlik icabı- bıçak alabilicek bir insan olduğumu kanıtlayamadım İngiliz esnafına.
6. Bozuk paralar çok ağır. Adamların parası boşuna değerli değil, hakikaten ağır yahu metali. Bir de çözene kadar imanım gevriyor ne dediklerini, hadi herşeyi ağızlarının içinde söyleyip kamuyla paylaşmaya isteksizler ama o parayı adam gibi söylesen de ben de gerilmeden ödesem, hep bütün para verip bozuk para katsayımı fırlattırmasam olmaz mı güzel kardeşim?
7.Utanarak söylüyorum, bir gün başıma gelmeyecek gibi alay ettim, güldüm ama oldu. Bende bir 'for Dummies' kitabı sahibiyim artık. Spss for Dummies, belki spss diye affedilir yanı vardır diyeceğim ama bu kendimi kandırmak olur. Evet, aldım! Hem göçmenim, hem dummy! Vah bana, vahlar bana!
8. Burda Burger King yok! Diyeceksiniz tabi, gittin de fast food zinciri mi özledim Kapitalizmin dedesinin meleketinde, simit falan çekse bari canın allahsız diyebilirsiniz. Simitte özledim ama Burger King'in olmayışı hayal kırıklığı yarattı ben de . Hazırlıksız yakaladı. Olmayacağı hiç aklıma gelmemişti! Steakhouse'u Honeymustard sosu, sarımsaklı mayonezi özledim!
9. Nero Kafe'ye gittim geçen gün sınıf arkadaşlarımla. Yeni yeni sosyalleşme denemelerimden birisi olarak. Duvarda kağıt oynayan amacalrın olduğu büyük bir fotoğraf vardı. Kırathane usulü, arkada portakallı gazozlar bilan... 'ay ne kadar Türkiye gibi...' dedim, yunanlı arkadaşımı onöre etmek için 'ya da yunanlı...' diye ekledim hala yanlışımdan bilinçsiz cahilce... O anda yeni arkadaşlarım cahillliğimi/ dikkatsizliğimi/ alıklığımı yüzüme vurdular 'İtalyan' dediler 'o resim italya'da çekilmiş, burası Nero' dediler. 'aghh' dedim içimden, e biliyorum ben bunu ve nasıl oldu da karıştırdım bütün sembolleri! Bütün suçu aklımı başımdan alan ekstra kremalı sıcak çukulataya atıp, ölen beyin hücrelerimin yasını tuttum. Bu dikkatsizliği (şabalaklığı benim deyimimle) yeni arkadaşlarım gördü, neden sizlerde bilmeyesiniz.
10. 2 haftadır, İngilis ellerinde cep telefonu numaram, atm kartım, pasaportum ve bıçağım (mutfakta len) olmadan yaşadım ve insanların bununla ilgili şakalar yapmasına katlandım. 'oouu you poor thing' gib cıvıklıklar, hiç gelemem, hazzetmem! Ama 'şimdi gelde gör beni' diyorum, hem atm kartım var hem cep telefonu numaram. Sancılı oldu ama oldu.
11. Burda ne zaman kötü hissetsem ya kütüphaneye ya da kitapçıya atıyorum kendimi. Bir huzur veriyor insana. Kitapçıya atmalarım hep tuzlu sonuçlanıyor ne yazık ki! Bugün de 3al2 öde kampanyasının öle bayıla kurbanı oldum. Cicilerimi sayıyorum: Jack Kerouac- On the Road (nihohaha-nihayet/ beat üzerine konuşak insan bile buldum be sonra), Sylvia Plath- the Bell Jar (buna da bi nihohaha), üstüne de Douglas Adams- The Hitchhiker's Guide to the Galaxy'. 18 pound gibi birşeye patladılar bana derken 4pound'a da bir Lancaster ve civarı Guide'ı ediniverdim. Sonra yemeğimden kısarım diye düşünüp, bölümün beleş yiyecek beleş içki kokteylimsine daldım! Abur cubur yiyeceklere alışmaktan öte, iki haftadır ilk defa zeytin- peynir yedim orda! Nasıl mutlu oldum. Zeytin turşumsuydu, peynir sertti (nihayetin burdakilerin partilerine egzotik/akdenizli hava katsın diye icat ettikleri bi plastik market mamulü) ama olsun zeytindi, peynirdi, saadetti!
11.5. He bi de burda opel diye bir marka yok; adı Vauxhall olmuş burda! Vauxhall corsa, vauxhall meriva gibi...
Şimdilik bu kadar. Devam edecek...
1. Yıllar yılı naide televizyon kanllarımız son baharden kışa geçerken mutlaka bir kez haberini yapar yok efendim rusların, gürcülerin, iskandinavların çocuklarını kara sokup çıkarışının. Biz de deriz: 'aneem, napıyorlar?! Donacak çocuk!'. her kültürün çocuk yetiştirme stili kendine (scientific objectivity bu) pek tabi! Ancak gözden kaçan ana nokta şu bence; İngilizler sadece kız çocuklarını vakti zamanında Arapların kuma gömdüğü misal kara ya da yağmur çamur birikintisine terk etmekte kanımca! İnsan evlatları üşümüyor yahu. Ya da üşüyorlar da çaktımamak makbul belki burda. Hava sıcaklığı 7 ila 11 arasında değişirken (gece daha soğuk haliyle), denizden geldiği belli epeyce soğuk bir rüzgar eser, yağmur ha yağdım ha yağacağım derken dilberler cıbıl gezmekte. Ben kafama atkı bağlamış, en kalın montu giymiş 'bırr' diyerek yolda hareket etme mücadelesi verirken yanımdan minicik eteği, topuklu (genellikle açık) ayakkabıları, yaka bağır açık bluzları ile makyajlı ve çığırtkan ingiliz kızları geçtikçe heyheylerim depdepleniyor- bak ne diyeceğimi bilemiyorum!
üstüne üstlük yağmurda sandalet ve babet de giyiyor bunlar!
İşte hayat bilgisi dersinin eksikliği bence burda karşımıza çıkıyor, mevsime uygun giyinme ünitesinden memleketçe çakmış bunlar!
2. Her tarafta tatlı var! Görüp görebileceğin her reyonda hem de. Kuru gıda, donmuş gıda, buzdolabı, kırtasiye reyonuna bile kurabiye koymuşlar, o derece! Envayi çeşit tatlının içinde kendimden geçtim pek tabi. Baktım, inceledim! Alkollüsü, alkolsüzü, low fat'i, high fat'i...Çılgınlık! Aklıma mukayyet olma çabası veriyorum! Ama her yerlerdeler...
3. O Ale ale diye methettikleri bira'yı da çözdüm. Pek tabi yeniliklere açık bünyem her cins ve çeşit birayı denemeyi planladı. Efes'e olan özlemimi insanlara 'bizim bi efes var çok şahane, biz de ellilik var, yok efendim saplı bardağa Arjantin deriz' diye cümleler kurarak gidersem de yeni denemelerim sürüyor. Ale denilen bu kara bira şahsıma içine kül karışılmış birayı anımsattı. Evet herkes bilir ergenlik yıllarında 'biraya kül karışırınca kafa yapıyormuş oolum' tarzı şehir efsaneleri dolaşır. Bendeniz böyle bir denemeye bile isteye asla girişmedim tabi aklı selim bi genç olarak. Ancak yoğun alkollü bir gecenin sonunda içine izmarit atılmış bira şisesini ziyan olmasın diye kafama dikmişliğim, o izmariti de ağzımdan 'blup' diye atmışlığım var ne yazık ki! Ordan biliyorum. Bu Ale'de o, izmarit yok ama küllü bira...
+.Martı geçince camımın önünden mutlu oluyorum. Sabahları İstanbul'da martıların coşkunca çıkarttığı ve benim o çok sevdiğim gürültü yok ama martı görünce bile insan anımsayıp sevinebiliyor. Zaman zaman aklıma 'Birds' de geliyor malum bu toprakların mahsülü ama ben İstanbul'u düşünmeyi tercih ediyorum.
5. İnsanlarla biraraya gelince ne yazık ki en çok yemekten konuşuyorum. Utanıyorum dostlarım ama bu böyle. Yoğurttan sütten peynirden dert yanıyorum, ete daha doğru dürüst el süremedim deyip sızlanıyorum. Yoğurtlar tatlı anasını satayım, süt çok yağlı tadı yağlı yağlı yahu böyle köy sütünün plastikisi, beyaz peyniri kim kaybetmiş ben bulayım; Greek versiyonu var o da taş gibi mübarek. Et konusu da benim için çok hassas olduğunda (lezzetli olmak zorunda) vegan bi yaşam sürdürüyorum. +5cm'lik salatalığım bitmek üzere yenisini alacağım, marıl ve makarna en sevdiğim şeyler, 'hey haat ben bu hallere düşecek insan mıydım?! ', en sevdiğim şey mercimeğin konserve versiyonunu bulabildim bir tek onu da konserve açacağım olmadığı için komşunun bıçağıyla 20dk.da falan açtım. Gözüm nasıl mercimek diye döndüyse artık. Komşunun bıçağını ise bana bıçak satmadıkları için kullanıyorum hala. Polise pasaportumu teslim edince bir süreliğine- göçmenlik icabı- bıçak alabilicek bir insan olduğumu kanıtlayamadım İngiliz esnafına.
6. Bozuk paralar çok ağır. Adamların parası boşuna değerli değil, hakikaten ağır yahu metali. Bir de çözene kadar imanım gevriyor ne dediklerini, hadi herşeyi ağızlarının içinde söyleyip kamuyla paylaşmaya isteksizler ama o parayı adam gibi söylesen de ben de gerilmeden ödesem, hep bütün para verip bozuk para katsayımı fırlattırmasam olmaz mı güzel kardeşim?
7.Utanarak söylüyorum, bir gün başıma gelmeyecek gibi alay ettim, güldüm ama oldu. Bende bir 'for Dummies' kitabı sahibiyim artık. Spss for Dummies, belki spss diye affedilir yanı vardır diyeceğim ama bu kendimi kandırmak olur. Evet, aldım! Hem göçmenim, hem dummy! Vah bana, vahlar bana!
8. Burda Burger King yok! Diyeceksiniz tabi, gittin de fast food zinciri mi özledim Kapitalizmin dedesinin meleketinde, simit falan çekse bari canın allahsız diyebilirsiniz. Simitte özledim ama Burger King'in olmayışı hayal kırıklığı yarattı ben de . Hazırlıksız yakaladı. Olmayacağı hiç aklıma gelmemişti! Steakhouse'u Honeymustard sosu, sarımsaklı mayonezi özledim!
9. Nero Kafe'ye gittim geçen gün sınıf arkadaşlarımla. Yeni yeni sosyalleşme denemelerimden birisi olarak. Duvarda kağıt oynayan amacalrın olduğu büyük bir fotoğraf vardı. Kırathane usulü, arkada portakallı gazozlar bilan... 'ay ne kadar Türkiye gibi...' dedim, yunanlı arkadaşımı onöre etmek için 'ya da yunanlı...' diye ekledim hala yanlışımdan bilinçsiz cahilce... O anda yeni arkadaşlarım cahillliğimi/ dikkatsizliğimi/ alıklığımı yüzüme vurdular 'İtalyan' dediler 'o resim italya'da çekilmiş, burası Nero' dediler. 'aghh' dedim içimden, e biliyorum ben bunu ve nasıl oldu da karıştırdım bütün sembolleri! Bütün suçu aklımı başımdan alan ekstra kremalı sıcak çukulataya atıp, ölen beyin hücrelerimin yasını tuttum. Bu dikkatsizliği (şabalaklığı benim deyimimle) yeni arkadaşlarım gördü, neden sizlerde bilmeyesiniz.
10. 2 haftadır, İngilis ellerinde cep telefonu numaram, atm kartım, pasaportum ve bıçağım (mutfakta len) olmadan yaşadım ve insanların bununla ilgili şakalar yapmasına katlandım. 'oouu you poor thing' gib cıvıklıklar, hiç gelemem, hazzetmem! Ama 'şimdi gelde gör beni' diyorum, hem atm kartım var hem cep telefonu numaram. Sancılı oldu ama oldu.
11. Burda ne zaman kötü hissetsem ya kütüphaneye ya da kitapçıya atıyorum kendimi. Bir huzur veriyor insana. Kitapçıya atmalarım hep tuzlu sonuçlanıyor ne yazık ki! Bugün de 3al2 öde kampanyasının öle bayıla kurbanı oldum. Cicilerimi sayıyorum: Jack Kerouac- On the Road (nihohaha-nihayet/ beat üzerine konuşak insan bile buldum be sonra), Sylvia Plath- the Bell Jar (buna da bi nihohaha), üstüne de Douglas Adams- The Hitchhiker's Guide to the Galaxy'. 18 pound gibi birşeye patladılar bana derken 4pound'a da bir Lancaster ve civarı Guide'ı ediniverdim. Sonra yemeğimden kısarım diye düşünüp, bölümün beleş yiyecek beleş içki kokteylimsine daldım! Abur cubur yiyeceklere alışmaktan öte, iki haftadır ilk defa zeytin- peynir yedim orda! Nasıl mutlu oldum. Zeytin turşumsuydu, peynir sertti (nihayetin burdakilerin partilerine egzotik/akdenizli hava katsın diye icat ettikleri bi plastik market mamulü) ama olsun zeytindi, peynirdi, saadetti!
11.5. He bi de burda opel diye bir marka yok; adı Vauxhall olmuş burda! Vauxhall corsa, vauxhall meriva gibi...
Şimdilik bu kadar. Devam edecek...
12 Ekim 2009 Pazartesi
yeni macera - adı: britanya vol 1-ulaşmak
30/09/2009 Lufthansa ile İstanbul'dan Münih'e giden uçak, beni Manchester'a(Lancaster'a) ulaştıran şey'de ve içimde olanlar...
Uçağa dar alamet yetiştim. Duty Free'den planladığım gibi bir karton sigara falan alamadım (meğer ne çok ihtiyacım olacakmış). Yalnızlık duygusu enteresan, hem idrak edemedim daha tam, hem de ilk farkedişimi yaşadım. Bana en yakın ama birbirine son derece uzak/yabancı iki insanı bırakıp yürüdüm, pasaport kuyruklarından geçtim, yürüdüm panikle, yetişemezsem diye; yetiştim. Şu an uçak yavaş yavaş hareket ediyor. Nereye gittiğimi tam da bilemeden ben de gidiyorum onunla. Etrafım yabancı insanlarla çevrili. Yanımda oturan zenci bir adam, son derece zorlanarak hatta paralanarak yerime ulaştırdığım 18 kiloluk sözümona el bagajımı yukarıya yerleştirdi. Ayağımın dibinde yanıma alabildiğim tek el çantam 'dear gri'- ona artık böyle seslenmeye karar verdim- ya da 'sepet-i gri'.Cam kenarındayım, etrafı/aşağıyı iyice görebilmek için. 2 saat rötar yapan uçak bana annemin ve sevgilimin yanında birazcık daha zaman hediye etti. Onlar şimdi biraz hüzünlü, biraz herşey yolunda 'artık yola çıktı' rahatlığıyla hayatın içine daldılar. Annem metroyla otogara gidip, Bursa'ya varmaya odaklanacak. İlke ise 5'teki dersine yetişmeye çalışacakç Gidebilirse, hocayı dinleyip, bütün gün nasıl olup da bu kadar yorulduğunu bilemeden, farkedemeden evine varıp kendini yatağına bırakıverecek. Uçak hala durup dururken, kaptan dile geldi. Bense dikkatimi ancak 'we're number 7 for take off' deyişine denkleştirebildim. Aklıma İlke geldi. Onun 'kalkışta bir numarayız'ı ve bugün yolda, havaalanına gelirken bu durumu hatırlayıp heyecanla anlatması... Benimse onu dikkatle dinleyip (hikayeyi en iyi bile insan olmama rağmen), müşvik bi şekilde desteklemem, canı gönülden kıkırdamam...
Yalnız kalmak konusunda bi ton martaval okudum da, onların yanından ayrılıp elimdeki kilolarca ıvırzıvırımla kalınca ne yapacağımı bilemedim. Uçaktaki koltuğuma oturuncaya kadar da düşünmemek için zihnimde öteledim kısa süreliğine.
Çocuk gibi insanların suratına bakıyorum uzun uzun. Herşeyin karşısında 'japon balığı/turisti' misali ağzım açık kalakalabilirim. 203 numaralı kapıya geldiğimde telefonum çaldı ama şarjı da bitti tam o anda. Şimdi nasıl haberleşirim bilemiyorum. Haber vermenin ne kıymeti kaldı onu da bilemiyorum. Onların ne yaptığını merak edip, 'bindin mi annem metroya/otobüse?', 'yetiştin mi derse?'sorularını sormak istediğimde ne yaparım diye içim 'cız'ladı şarjın bitişine! Dün hem vize hem bilet alıp, bugün yola çıkmak yeterince apar topar değilmişcesine, 2 saat geciken uçağa apar topar, sevgilimi gönlümce öpemeden, annemle birlikte ağlayıp birlikte susamadan, birbirimizin yanağındaki yaşları kovalamadan gidiverdim. Ama hiçbir veda tam tekmil olmaz herhalde; 1 öpücük eksik, 1 sarılma güdük kalır. İnen bir uçağı görüp heyecanlanırken, kuzunun son anda verdiği 'mabel'in cebimdeki sertliğinin elime gelmesiyle ağlama istediği içimde sanki yıkandıktan sonra burula burula sıkılan bir çarşaf şeklini alıyor.
Suratımın sırıl sıklam olması ve burnumun fena halde tıkanması sonra, annenin yolda gelirken 'sen de dursun, lazım olur' diye verdiği içinde 5-6 tane karanfil tanesi atılmış selpak paketini bulmaya çalışmak sulu sepkeni yine artırdı. Onu ararken, camdan kalkış sıralarını bekleyen oyuncak gibi dizilmiş uçakları görünce de ağlamam durur, oyalanıcak bir şey bulmuş çocuk gibi sus pus olup onları seyredaldım. Sonra uçak hızlandı, ben etrafa baktım. Sonra kalkış, içimde yine ağlamak kabardı, sonra denizi gördüm uzakta, yine ağlamak hissi, derken denizin üstünde olduğumu farkettim. Gemiler artık minicik... Denizin üstünde uçağın belli belirsiz gölgesi... Zihnimde şehrin artık görünmeyen kalabalığında sevdiklerimin telaşesi geldi aklıma, karanfil kokan selpak, cama yapışmamı fısıldayan içimdeki adam, dışarıda beyaz bir duman gibi bulutlar. Ben artık orada değilim! Sen artık orada değilsin... Hep yerdeyken ben, havada gördüğümde 'beni de götürsene gittiğin yere' dediğim uçağın içindeyim. Dışarı da herşey beyaz ve mavi. Uçak hala yükselmeye devam ediyor. Çıtırdayan kulaklarım, denizin dibine inmekten bu yüzden nefret eden adamı anımsatıyor yine. Uzaktan uçuşu görünen uçağa bu sefer söyleyecek lafım yok; 'senin yolculuk nereye hemşerim?' merakından gayri. Gözüme giren güneşe rağmen nerenin üzerinde olduğumu bilmeden, deli gibi 'keşke bilsem!' diyerek suyun altındakine bakar gibi (bir çeşit plazmanın sanki) bakmak, şişe şıngırtısına kulak kabartmak... Daha da hızlanan uçağın altında bakır plakalar gibi parıl kızıl görünen göl ve akarsuların üstünde tahmine çabalamak... 'İlke olsa bilirdi' diye düşünüp bu sefer ağlamaklı olmayıp sırıtmak.. Atardı en azından! Bulutlara bakarken, aşağıdan ve yukarıdan ne kadar farklı göründüklerini düşündüm. Yukarıdan bakma zevkini içinde bulunduğum uçaktaki insanlarla paylaştığımı düşündüm sonra da. 'Kaç kişiyle?' sorusunu doğurdum sonra anneye verilen sözü tutmak için kaç kişilik bu uçak diye saymaya koyuldum.
Annem, 2 tane 3'lük sıra var yanyana yani 6'lı 28 tane. Perdenin önündeki 'biznıs'ları hesap edemiyorum fakat ortalama 168 kişiyle beraber ben bulutların yukarıdan görünüşünü ve altlarındaki bilmediğim dağ/tepe/ırmak ve kentleri seyrediyoruz.
Yeniden çıtırdayan kulakla sanki sevgilinin fısıltısı: 'bırak defteri, kalemi; dışarıya bak Cansu! nasıl güzel yaa, süper süper' deyişini duymak ve durmak!
Şu dışarıdaki süpere göz atmak!
Dışarı bakıyorum İlke ama etrafa yayılan enteresan bir yemek kokusu var! Patates yemeği gibi kokuyor sanki, zihnimi bulandırıyor, karnımı guruldatıyor. Bunları yazmadan olmaz ki! Hem gözüm hep dışarıda. Aşağıda bir sürü gölcük var belki burdan pek ufaklar aslında göl. Hepsi de kızıl kızıl parlıyor. Burası neresiki İlke? Yalnız başıma Almanca konuşan bir sürü insan arasında - geçen gün sana Almanlar'dan ne kadar hazzetmediğimi, kanepede uzanırken, anımsayarak- uzaktaki belli ki bir şey servisi yapan , girişte beni 'guten tag'layan hostı kesiyorum. Ne var, ne var yemekte , ne var? Kocaman bir şehrin üstünden geçtik şimdi ve ben onun kadar yordun ve açım. Yemekten de hafif bir dibi tutmuş kokusu gelmeye başladı. Yanağım güneşteni gözlerim uykusuzluk ve ağlamaklılıktan yanıyor benim de. Karnım aç, acıktı yani; yoksa anne sandviçim var, almam diye direndiğim ama sonra şükredeceğim! Aklıma işte delirmekte olan, evde ders çalışmak için kendini paralayan, öğretmencilik oynamakta olup benim şu an gittiğimden habersiz olan arkadaşlarım geliyor. Sonra kardeşim... ayağımdaki kırmızıları o da giymişti çocuk ergenken. Kolumdaki saat ise essah saatim ona emanet olduğu için şu an kolumda. Okulundan çıkıp sonbahar serininde terleyerek eve gitmeye çalışıyordur şimdi. 10dk sonra İlke'nin dersi başlayacak, annem otobüse bindi mi acaba? Yeniden aklıma düştüler...
Sonra yemek geldi! Minicik tepsi de minicik su! Anıl'ım suyun tadı kötü (non carbonated natural mineral water diyor; Ca 156, Mg 69, Na 47,4, Cl 71,8 , HCO3 810 bilgin olsun...)! Tereyağı ve ekmek var. Yemek içinde pıncık pıncık kabak, brokoli, domates, fasulye olan lazanya ayarı bir şey. Hamurarası sebze, soslu, fena değil! Anıl olsa çok severdi ama yoğurtsuz gitmedi :) Tereyağla ekmeği herkes yiyor diye ben de bir tadına bakayım dedim; gavurun tereyağı tam benlik sütlü sütlü, pek sevdim. Ama azıcık yedim, baydı. Tatlı olarak ise 'metro', Türkiyeli birşey görünce duygulanmak için çok erken ama ne desem bilemeyip yanımdaki zenciye uyup beyaz şarap söyleyince yanında metro şahane gitti. Şarapta plastik bardakta içtiğim en güzel beyaz şarap! Bana yavaş yavaş herşey güzel gelmeye başlıyor sanki... Aşağıda upuzun bir ırmak var, birazdan da yol biter herhalde. Avrupa'nın en uzun nehri hangisi? Volga. Yok o değildir bu! Başka neler var?
Hostes 'dankeşön' deyip boş tepsiyi elimden alınca bir garip hissettim. Hep dilini bilmediğim bir yerde yapayalnız olmanın hayalini kurduktan sonra şuan - arkamdaki Türk Teyzeler de olmasa, sağolsunlar!- pek çoğu yabancı ve almanca konuşanların arasından almanların havaalanına inip, şabalaklaşacağım. Ne saadet, ne gam?! Kaptan başladı 'Almancalamaya', acaba ne diyor? Uyuyakaldım her halde bir kaç dakika! Münih'ten Manchester aktarması nasıl yapılır? Aşağısı acayip dağlık ve yeşil! Bir an Heidi'yi gördüm sandım! Sanırım Almanya'ya geldik (18.10). Aşağıdaki tarlalar halı gibi, çok güzel, top oynayan çocuklar, kırmızı damlar... Hooop geldik!
Uçağa dar alamet yetiştim. Duty Free'den planladığım gibi bir karton sigara falan alamadım (meğer ne çok ihtiyacım olacakmış). Yalnızlık duygusu enteresan, hem idrak edemedim daha tam, hem de ilk farkedişimi yaşadım. Bana en yakın ama birbirine son derece uzak/yabancı iki insanı bırakıp yürüdüm, pasaport kuyruklarından geçtim, yürüdüm panikle, yetişemezsem diye; yetiştim. Şu an uçak yavaş yavaş hareket ediyor. Nereye gittiğimi tam da bilemeden ben de gidiyorum onunla. Etrafım yabancı insanlarla çevrili. Yanımda oturan zenci bir adam, son derece zorlanarak hatta paralanarak yerime ulaştırdığım 18 kiloluk sözümona el bagajımı yukarıya yerleştirdi. Ayağımın dibinde yanıma alabildiğim tek el çantam 'dear gri'- ona artık böyle seslenmeye karar verdim- ya da 'sepet-i gri'.Cam kenarındayım, etrafı/aşağıyı iyice görebilmek için. 2 saat rötar yapan uçak bana annemin ve sevgilimin yanında birazcık daha zaman hediye etti. Onlar şimdi biraz hüzünlü, biraz herşey yolunda 'artık yola çıktı' rahatlığıyla hayatın içine daldılar. Annem metroyla otogara gidip, Bursa'ya varmaya odaklanacak. İlke ise 5'teki dersine yetişmeye çalışacakç Gidebilirse, hocayı dinleyip, bütün gün nasıl olup da bu kadar yorulduğunu bilemeden, farkedemeden evine varıp kendini yatağına bırakıverecek. Uçak hala durup dururken, kaptan dile geldi. Bense dikkatimi ancak 'we're number 7 for take off' deyişine denkleştirebildim. Aklıma İlke geldi. Onun 'kalkışta bir numarayız'ı ve bugün yolda, havaalanına gelirken bu durumu hatırlayıp heyecanla anlatması... Benimse onu dikkatle dinleyip (hikayeyi en iyi bile insan olmama rağmen), müşvik bi şekilde desteklemem, canı gönülden kıkırdamam...
Yalnız kalmak konusunda bi ton martaval okudum da, onların yanından ayrılıp elimdeki kilolarca ıvırzıvırımla kalınca ne yapacağımı bilemedim. Uçaktaki koltuğuma oturuncaya kadar da düşünmemek için zihnimde öteledim kısa süreliğine.
Çocuk gibi insanların suratına bakıyorum uzun uzun. Herşeyin karşısında 'japon balığı/turisti' misali ağzım açık kalakalabilirim. 203 numaralı kapıya geldiğimde telefonum çaldı ama şarjı da bitti tam o anda. Şimdi nasıl haberleşirim bilemiyorum. Haber vermenin ne kıymeti kaldı onu da bilemiyorum. Onların ne yaptığını merak edip, 'bindin mi annem metroya/otobüse?', 'yetiştin mi derse?'sorularını sormak istediğimde ne yaparım diye içim 'cız'ladı şarjın bitişine! Dün hem vize hem bilet alıp, bugün yola çıkmak yeterince apar topar değilmişcesine, 2 saat geciken uçağa apar topar, sevgilimi gönlümce öpemeden, annemle birlikte ağlayıp birlikte susamadan, birbirimizin yanağındaki yaşları kovalamadan gidiverdim. Ama hiçbir veda tam tekmil olmaz herhalde; 1 öpücük eksik, 1 sarılma güdük kalır. İnen bir uçağı görüp heyecanlanırken, kuzunun son anda verdiği 'mabel'in cebimdeki sertliğinin elime gelmesiyle ağlama istediği içimde sanki yıkandıktan sonra burula burula sıkılan bir çarşaf şeklini alıyor.
Suratımın sırıl sıklam olması ve burnumun fena halde tıkanması sonra, annenin yolda gelirken 'sen de dursun, lazım olur' diye verdiği içinde 5-6 tane karanfil tanesi atılmış selpak paketini bulmaya çalışmak sulu sepkeni yine artırdı. Onu ararken, camdan kalkış sıralarını bekleyen oyuncak gibi dizilmiş uçakları görünce de ağlamam durur, oyalanıcak bir şey bulmuş çocuk gibi sus pus olup onları seyredaldım. Sonra uçak hızlandı, ben etrafa baktım. Sonra kalkış, içimde yine ağlamak kabardı, sonra denizi gördüm uzakta, yine ağlamak hissi, derken denizin üstünde olduğumu farkettim. Gemiler artık minicik... Denizin üstünde uçağın belli belirsiz gölgesi... Zihnimde şehrin artık görünmeyen kalabalığında sevdiklerimin telaşesi geldi aklıma, karanfil kokan selpak, cama yapışmamı fısıldayan içimdeki adam, dışarıda beyaz bir duman gibi bulutlar. Ben artık orada değilim! Sen artık orada değilsin... Hep yerdeyken ben, havada gördüğümde 'beni de götürsene gittiğin yere' dediğim uçağın içindeyim. Dışarı da herşey beyaz ve mavi. Uçak hala yükselmeye devam ediyor. Çıtırdayan kulaklarım, denizin dibine inmekten bu yüzden nefret eden adamı anımsatıyor yine. Uzaktan uçuşu görünen uçağa bu sefer söyleyecek lafım yok; 'senin yolculuk nereye hemşerim?' merakından gayri. Gözüme giren güneşe rağmen nerenin üzerinde olduğumu bilmeden, deli gibi 'keşke bilsem!' diyerek suyun altındakine bakar gibi (bir çeşit plazmanın sanki) bakmak, şişe şıngırtısına kulak kabartmak... Daha da hızlanan uçağın altında bakır plakalar gibi parıl kızıl görünen göl ve akarsuların üstünde tahmine çabalamak... 'İlke olsa bilirdi' diye düşünüp bu sefer ağlamaklı olmayıp sırıtmak.. Atardı en azından! Bulutlara bakarken, aşağıdan ve yukarıdan ne kadar farklı göründüklerini düşündüm. Yukarıdan bakma zevkini içinde bulunduğum uçaktaki insanlarla paylaştığımı düşündüm sonra da. 'Kaç kişiyle?' sorusunu doğurdum sonra anneye verilen sözü tutmak için kaç kişilik bu uçak diye saymaya koyuldum.
Annem, 2 tane 3'lük sıra var yanyana yani 6'lı 28 tane. Perdenin önündeki 'biznıs'ları hesap edemiyorum fakat ortalama 168 kişiyle beraber ben bulutların yukarıdan görünüşünü ve altlarındaki bilmediğim dağ/tepe/ırmak ve kentleri seyrediyoruz.
Yeniden çıtırdayan kulakla sanki sevgilinin fısıltısı: 'bırak defteri, kalemi; dışarıya bak Cansu! nasıl güzel yaa, süper süper' deyişini duymak ve durmak!
Şu dışarıdaki süpere göz atmak!
Dışarı bakıyorum İlke ama etrafa yayılan enteresan bir yemek kokusu var! Patates yemeği gibi kokuyor sanki, zihnimi bulandırıyor, karnımı guruldatıyor. Bunları yazmadan olmaz ki! Hem gözüm hep dışarıda. Aşağıda bir sürü gölcük var belki burdan pek ufaklar aslında göl. Hepsi de kızıl kızıl parlıyor. Burası neresiki İlke? Yalnız başıma Almanca konuşan bir sürü insan arasında - geçen gün sana Almanlar'dan ne kadar hazzetmediğimi, kanepede uzanırken, anımsayarak- uzaktaki belli ki bir şey servisi yapan , girişte beni 'guten tag'layan hostı kesiyorum. Ne var, ne var yemekte , ne var? Kocaman bir şehrin üstünden geçtik şimdi ve ben onun kadar yordun ve açım. Yemekten de hafif bir dibi tutmuş kokusu gelmeye başladı. Yanağım güneşteni gözlerim uykusuzluk ve ağlamaklılıktan yanıyor benim de. Karnım aç, acıktı yani; yoksa anne sandviçim var, almam diye direndiğim ama sonra şükredeceğim! Aklıma işte delirmekte olan, evde ders çalışmak için kendini paralayan, öğretmencilik oynamakta olup benim şu an gittiğimden habersiz olan arkadaşlarım geliyor. Sonra kardeşim... ayağımdaki kırmızıları o da giymişti çocuk ergenken. Kolumdaki saat ise essah saatim ona emanet olduğu için şu an kolumda. Okulundan çıkıp sonbahar serininde terleyerek eve gitmeye çalışıyordur şimdi. 10dk sonra İlke'nin dersi başlayacak, annem otobüse bindi mi acaba? Yeniden aklıma düştüler...
Sonra yemek geldi! Minicik tepsi de minicik su! Anıl'ım suyun tadı kötü (non carbonated natural mineral water diyor; Ca 156, Mg 69, Na 47,4, Cl 71,8 , HCO3 810 bilgin olsun...)! Tereyağı ve ekmek var. Yemek içinde pıncık pıncık kabak, brokoli, domates, fasulye olan lazanya ayarı bir şey. Hamurarası sebze, soslu, fena değil! Anıl olsa çok severdi ama yoğurtsuz gitmedi :) Tereyağla ekmeği herkes yiyor diye ben de bir tadına bakayım dedim; gavurun tereyağı tam benlik sütlü sütlü, pek sevdim. Ama azıcık yedim, baydı. Tatlı olarak ise 'metro', Türkiyeli birşey görünce duygulanmak için çok erken ama ne desem bilemeyip yanımdaki zenciye uyup beyaz şarap söyleyince yanında metro şahane gitti. Şarapta plastik bardakta içtiğim en güzel beyaz şarap! Bana yavaş yavaş herşey güzel gelmeye başlıyor sanki... Aşağıda upuzun bir ırmak var, birazdan da yol biter herhalde. Avrupa'nın en uzun nehri hangisi? Volga. Yok o değildir bu! Başka neler var?
Hostes 'dankeşön' deyip boş tepsiyi elimden alınca bir garip hissettim. Hep dilini bilmediğim bir yerde yapayalnız olmanın hayalini kurduktan sonra şuan - arkamdaki Türk Teyzeler de olmasa, sağolsunlar!- pek çoğu yabancı ve almanca konuşanların arasından almanların havaalanına inip, şabalaklaşacağım. Ne saadet, ne gam?! Kaptan başladı 'Almancalamaya', acaba ne diyor? Uyuyakaldım her halde bir kaç dakika! Münih'ten Manchester aktarması nasıl yapılır? Aşağısı acayip dağlık ve yeşil! Bir an Heidi'yi gördüm sandım! Sanırım Almanya'ya geldik (18.10). Aşağıdaki tarlalar halı gibi, çok güzel, top oynayan çocuklar, kırmızı damlar... Hooop geldik!
3 Ocak 2009 Cumartesi
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR- “İKİ HÖDÜĞÜN SEYAHATİ”
“İKİ HÖDÜĞÜN SEYAHATİ”
0 GİRİŞ
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ‘İki Hödüğün Seyahati’ adlı eseri ilk olarak 1930’da kitap olarak yayınlanmıştır. Eser yedi farklı hikâyeyi içinde barındırır. Kitaba adını veren ilk hikâyede köy kökenli, saf ve kültürsüz iki kişinin ada seyahatine sıkışları ve bu yolculuk sırasında başlarından geçen aksilikler, yanlış anlaşılmalar mizahi bir biçimde anlatılır. Diğer hikayelerin adları ‘Nasıl Öldürdüler?, Müslüman Mahallesinde Bu İş Olur Mu?, Arzın yuvarlalığına İnanmıyor,Büyük Ana, Tövbeler Tövbesi, Vesika ve sair Hikayeler’ dir. Bütün bu hikâyelerde İstanbul’un farklı kesim ve mahallerinde karşılaşılabiliecek insan manzaralarının iyi bir gözlem sonucu aktarıldığı anlaşılmaktadır. ‘Nasıl öldürdüler?’ ve ‘Büyük Ana’ adlı öykülerde dram öğeleri ön plana çıkarken, diğer tüm öykülerde mizah öğeleri ön plandadır. Bu çalışmada mizah ve dram öğesi taşıyan öykülere birer örnek olarak ‘İki Hödüğün Seyahati’ ve ‘Büyük Ana’ adlı öykülerin önce kısa birer özeti verilecek, sonra içerik incelemeleri yapılacaktır. İçerik incelemeleri yapılırken öykülerde dönemin özelliklerini yansıtan detaylar üzerinde durulacaktır.
1 ÖZET
İki Hödüğün Seyahati
Mahir ve İrfan Köyden kente göçmüş birer aileye mensupturlar. Dayılarının yanında ikamet ederler. Zamanlarının çoğunu kahvede tavla oynayarak geçirseler de bu oyunu da kurallarına uygun oynamayı başaramayarak çevredekileri kendilerine güldürürler. Bir gün kahvede, Büyükada’da çalışmış yorgancının ada hakkında anlattıklarından çok etkilenirler ve oraya gitmeye karar verirler. Adını da ‘büyük oda’ diye belledikleri yere gitmek için bu iki arkadaş traş olur, kokular sürünür hatta kendilerine boyun bağı bile alırlar. Fakat yakalıklarıyla bu boyunbağının bağlanmayacağını farkeden kafadarlar boyunbağını yakalarının üstüne bağlayarak, ipekli kumaşın heryerini göstermenin uygun olacağını düşünürler. Yola çıktıklarında nereye gideceklerini unutan kafadarlar yolda her gördüklerine gidecekleri yeri ve nasıl gideceklerini danışırken, çevredekileri yine kendilerine güldürürler. Nihayet ada vapurunu bulup binerler ancak bindikleri vapurdan da emin olamaz etraftakilere vapurun nereye gittiğini sormaya başlarlar. Bu sorular karşısında ikilinin nereye gitmek istediğini anlamayan kimselerle de çeşitli anlaşmazlıklar yaşarlar. Vapurdaki Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarına mensup kimseler hem bu ikiliye yardımcı olmaya çalışır hemde bunlarla alay ederler. Yanlış anlaşmanın sonucu Mahir ve İrfan ‘kınalı at’a bineceklerini sanarken Kınalıada’da vapurdan inerler. Vapur iskelesinde Büyükada’ya gitmek istediklerini anlayan görevli onları bir sandalcıya paralı mirasyediler olarak tanıtarak emanet eder. Sandalcı kısa süre sonra ikilinin zengin olmadığını anlayınca daha fazla kürek çekmemek için ikiliyi Heybeliada’da bırakır. Onları adaya bırakırken, o da Tellal Yanko’ya Mahir ve İrfan’ın zengin ve gününü gün etmek isteyen beyler olduğu yalanını söyler. Rumca konuştukları için Mahir ve İrfan’ın kendileri hakkında yapılan bu yorumlardan haberi olmaz. Yanko onları bir faytona bindirip bir gazinoya götürür. Gazinoda içki içer ve bir meze sofrasında otururlar ancak meze tabaklarının küçüklüğü karnı acıkmış olan kafadarların derin derin düşünmelerine sebep olur. Henüz karınları doymamıştır ancak sarhoşluk kendini göstermeye başladığında gazinocu şimdiye kadar içtiklerinin parasını ister. Karşısında zengin ‘görmemişler’in olduğunu düşünen Yanko onların hesabına içki içmeyi çevrelerinde toplanan kalabalığa telkin etmiştir. Ceplerindeki paranın katbe kat üstü hesapla karşılaşan ikili ne yapacağını şaşırır. Hesabın bu kadar çok oluşuna da akıl sır erdiremezler. İstenilen paranın onda birine tıka basa köfte piyaz yiyebilmelerine rağmen burda üç zeytin, iki gümüş balığı ve bir kaç lokma ekmeğe bunca para istenmesini hazmedemezler. Para ödememeleri halinde polise gideceklerini anlayınca dayılarını utandırmamak için İrfan’ın gözü gibi baktığı ‘ingiliz parası’nı bozdurmayı düşünürler. Bunu planlarken kullandıkları kelime ise ‘ingilizi parçalamaktır’. Bunu duyan garson ikilinin bir cinayet hazırlığı içinde olduğu korkusuna kapılır. Gazinocu, tellak ve garson polisi çağırır ve gazinoda yemek yiyen öğretmen ‘Mister Klarkson’u bu tehditten korumaya çalışırlar. Kafadarlar ise birbiriyle ‘ingiliz parası’nı bozdurup bozdurmamayı tartışmaktadırlar. Tartışma iyice kızışırken, garson da olası bir suikasttan kendini koruması için ‘Mister Klarkson’u uyarmaya gider ancak İngilizce bilmediği için durumu anlatmayı bir türlü başaramaz. Elini silah gibi doğrultur, kama gibi saplama hareketini taklit eder, son olarak da boğmaya çalışır gibi yaparken; sabrı taşan İngiliz de garsonla yumruk yumruğa gelir. Gazinodaki kavgayı polislerin gelişi durdurur. İngiliz onu öfkelendiren garsondan şikâyetçiyken, cinayet planlayanlar olarak Mahir ve İrfan gösterilirler. İngiliz parçalamaktan bahseden ikilinin İngiliz’in parası peşinde olduğunu düşünmeyi zabıta amiri de sürdürür. Hangi İngiliz’i parçalayacaklarını soran zabıta amirine İrfan cebindeki parayı gösterir. Ahalinin alkışlarıyla hikâye sona erer.
Büyük Ana
Aksaray civarında zamanında çok şen olmasına karşın artık bir mezar sukunetine bürünmüş evin akıbetinden bahsedilen bir hikâyedir. Ev ahalisi ardı ardına genç yaşta vefat etmiştir. Aileden geriye yetmişlik bir büyük ana bir de beşikteki torunu kalmıştır. Büyük ana ölen her bir gencin ardından kendi ölümü için feryat figan etmiş ancak torununa bakmak vazifesiyle başbaşa kalmıştır. Bebekliğinden delikanlılık çağına kadar büyük ana torunu Ali Lütfullah’a gözü gibi bakmıştır. Okulunda rahat etmesi için öğretmenlerine hediyeler sunmuş, sokakta haşarılık öğrenmesin diye evi oyuncaklarla doldurmuştur. Tahsiline devam eden Ali Lütfullah akranlarıyla birlikte askere çağrıldığında büyük ana onun askerlikten muaf tutulması için yetkililere mektup yazmayı planlamış fakat torununun asker olmasını ve Irak Savaşı’na gönderilmesine mani olamamıştır. Torunundan haber alamayan yaşlı kadın meczuplaşmıştır. Torunun farklı yaşlardaki hallerinin hayalleriyle günlerini doldurmaya çalışmıştır. Bir gece komşular onun çığlıklarına eve koştuklarında kadıncağızın bir rüyadaymışcasına cephedeki torununa seslendiğini görürler. ‘Vurdular... Öldürüyorlar’ diye çığlıklar atan yaşlı kadın torununa su verme vaatlerinde bulunmakta adeta bir hayalle konuşmaktadır. “Sırma başlıklı develer, al tabutlar içinde şehit taşıyorlar.. İşte a.. Ah yavrumun beyaz alnına bir kurşun daha gömüldü.. (...) Ali Lütfullah Sana su vermeye .. kanlarını silmeye geliyorum..” Gözyaşlarına boğulan kadın oracıkta ölüverir. Daha sonra yaşlı kadının vefat ettiği saatlerde torunun da şehit olduğu haberi duyulur. Anlattığı hikâyenin ardından yazar sözü kendisi alarak bu durumun garipliğinden fakat insanın içinde imanı nasıl coşturduğundan söz eder. Ve hikâye bu şekilde sona erer.
2 İÇERİK İNCELEMESİ
Hödükler ne kadar Hödük?
Mahir ve İrfan köy kökenli oluşları, düşük bir sosyo-ekonomik kesime aitlikleriyle tanıtılırlar. Saf- ‘zihnievvel’ oluşları da pek çok örnekle dile getirilir. Tavla oynarlarken sayı saymaktan bir haber halleri anlatılır. Birbirlerinin adını bile doğru telaffuz edemezler. Babıâli’de hizmetçilik yapmaktadırlar. Kahvede dinledikleri Büyükada onlar için hayali kurulamaz bir yerken, gidip görmek için kendilerinde kuvvet bulmaları çok kolay olmuştur. Gittikleri yerin süsünü dinlediklerinden olsa gerek; kendileri de süslenmek için epeyce çaba sarfetmişlerdir. Yakalıkları, kalıp ettirdikleri eski ve yağlı fesleri, yeni aldıkları kravat, saçlarına ve bıyıklarına sürmek için fazladan verdikleri esans parası onların naifliğini anlatan birer örnektir.
Mahir ve İrfan pek çok kelimeyi yanlış anlarlar ve telaffuz ederler. Vapur’a ‘panpur’ der, Büyükada’yı ‘büyük oda’ diye bellerler. İşittikleri herşeyi yanlış anlar ve yanlış cevap verirler. Mizah öğeleri genellikle bu yanlış anlaşılmalar üzerinden verilmiştir. Adaya gitmeye karar verirler ancak yola çıktıklarında gittikleri yerin adını unuturlar, onu bulduklarında vapurda nereye gittiklerinden emin olamaz; onlara yardımcı olmak isteyen Rum Sucu’yu yanıltır, Kınalıada’da inmek durumunda kalırlar. Kınalı bir at’a bineceklerini düşünüp onun çiftelerinden korkan ikili burada da etraftakilerir maskarası olur. Çevredeki kimseler birbirlerine takılmak için bu ikiliyi kullanır. İskele görevlisi sandalcıyı cebi dolu mirasyedileri Büyükada’ya götürmesi için kandırırken, duruma uyanan sandalcı da Tellal Yanko’yu kandırır. Aralarındaki konuşmalar hep Rumca olduğu için ikilinin durumdan hiç haberi olmaz. Yazar Mahir ve İrfan karakterlerinin kültür yoksunu ve aklıselimden uzak hallerinden hiç hazzetmez bir tavır sergilese de onların kandırılış ve sürüklenişleri de onu pek memnun etmemektedir. Faytona bindiklerinde neşeyle etrafı izleyen Mahir ve İrfan zıplamak şarkı söylemek istediklerini dile getirirler. Onaların neşesindeki naiflik de yine sempatik bir öğe olarak aktarılmıştır.
Karagöz ve Hacivat benzeri bir diyaloğu sürdürmelerine rağmen ikili onların tersine birbirine çok benzemektedirler. İkisi de aynı kesimi temsile etmektedir. Karşılarına çıkanlar ise ya onların şaşkınlığı ve kılık kıyafetindeki özentiliği alaya alan standart İstanbul’lulardır. Bu İstanbullu’lar arasında Rum, Ermeni ve Yahudiler de bulunur. Onların da eleştirileri veya alayları ikilinin nereye gideceğini bilmez hali, güvensizlikleri ve özentisi açık komik kılıklarıdır. Mirasyedi olabileceklerine dair yapılan takılmaların pek çoğu da ‘sonradan görme’ diye tabir edilebilecek zenginlerin dönemin yaygın bir alay konusu olmasından kaynaklanabilir.
Mahir ve İrfan’ın ‘ingiliz parası’na karşı gösterdikleri tarif olunmaz şefkat hatta besledikleri aşk, başlarını beladan kurtarmak için bile harcayamayışlarının sebebidir. Onu parçalamaktan yani bozdurmaktan bahsetmeleri ise başlarını yeni bir belaya sokmuştur. Onların parasızlık karşısında cinayete başvuracaklarını düşünen tellal ve gazinocu sadece mizah unsurunu arttırmak için yaratılan yanlış anlaşılmanın abartılması için kullanılmıştır.
İçinde barındırdığı öğeler ve tiplerle döneminin güzel tespitlerine yer verse de bu öykü bir mizah öyküsüdür. Yanlış anlaşılmalar, aksilikler, alaylar abartılı ve komedi unsurunu destekleyicidir. Yine de ekonomik ve sosyal farklılıkları göz önüne sermiştir. Anadolu’dan İstanbul’a gelen ‘Türk’ün maddi sıkıntılar içinde olduğu ortadadır. Bunun yanında İstanbul’da ya da Adalarda yaşayan Rum, Ermeni veya Yahuiler de bolluk içinde yüzmez, suculuk, sandalcılık, tellallık gibi işlerde çalışmaktadırlar fakat kentli ve uygar bir yaşayışa sahiptirler. Kent ve köy yaşantıları arasındaki fark da bu sayede ortaya konmuştur. İstanbul’da yaşamını sürüren İngiliz ise parası için öldürülmesi olası gözüken zengin kesimi temsil etmektedir. İngiliz’in el kol hareketleriyle anlaşmaya çalışan garsonun tavırlarından rahatsız olması öfkelenmesi abartılı bir yanlış anlaşılma silsilesinin bir parçası olduğu kadar kültürlerarası farklılıkların yarattığı sıkıntılara bir gönderme olarak da kabul edilebilir.
Telepatik olayların varlığına dair bir öykü yazabilmek
Bu öyküde yazar öncelikle büyük ana ile Ali Lütfullah’ın yaşadıkları evin bakımsızlığı ve yanlızlığını anlatır. Evin kişileştirilmesiyle başlayan bu öykü içinde yaşayan yalnız ve farklı bir ilişkiye sahip babaanne-torun ilişkisinin çerçevesi konumundadır. Oldukça kısa detaylarla babaannenin evde sağ kalan en yaşlı insan oluşu, gördüğü ölümler karşısındaki çırpınışı anlatılmış ardından da geri kalan bir tek torununa ne kadar büyük bir bağlılık duyduğu vurgulanmıştır. Ali Lütfullah da oldukça sakin ve uyumlu bir çocuk olarak babaannesiyle ilişkisinde ideal bir dengenin parçası olmayı başarmıştır.
Ardı ardına gelen ölümler karşısında büyük ananın çaresizliği ve yalnız kalışı bir torun büyütmenin emeğiyle hayata bağlanması bir kadın karakterin analık vazifesine yapılmış bir vurgu olarak kabul edilebilir. Büyük ananın henüz beşiğinde öksüz kalan torunun emzikle yetinemediği zamanlarda kendi memesinden emzirmeye çalışması bu durumu destekleyen detaylardan biridir.
Askere çağrılan torunun evden ayrılışına engele olamaması ve askerlik hizmetinin kaçınılmaz bir durum olduğunun belirtilmesi döneme dair yapılabilicek gözlemler sonucu ortaya çıkan bir özelliktir.
Öyküyü telepatik bir yaşantının sonlandırması bu öykünün en önemli özelliğidir. İslamı inanışta ruhların birini hissetmesi birbirinden haber alması uygun karşılanabilir bir durumdur. Batılı bir parapsikolojik durum algısından öte yazar da bu durumu imanı kuvvetlendirebilcek bir olay olarak görmüştür. Zaten yazar bu olayı öykünün sonunda bir paragrafla özetleyerek kendi sesini duyurarak yapmıştır. Torununun şehit oluşu karşısında ona yürekten bağlı oln babaannenin çırpınışları ‘şehitlik’ kavramının kutsal olduğu bu coğrafya da son derece makul kabul edilebilecek bir olgudur. Telepatik diye adlandırabileceğimiz, torunun şehit oluşu sırasında ölümün babaannneye hissettirilmesi veya iletilmesi dini ve psikolojik açılardan ele alınabilecek bir durumdur. Torununun şehit olduğu sahneyi gören büyük ana durum karşısındaki çaresizliğinin farkında olmaktansa ona ve çölde susuzluktan sıkıntı çeken tün millet evlatlarına su getireceğini vaadederek mekânsal ve bilinçli tüm algıları yok etmektedir. Yazarın son derece naif başlayan hikâyesi, ölümler karşısında birbirnden destek bulan bu iki kişi ölümlerinde de birbirlerini yalnız bırakmayarak naigflikten ulviliye bir tür geçiş yaşamışlardır. Yazar anlattığı olayın duygusal yoğunluğunu bozmayı göze olarak öykünün sonunda kendisi söz almış ve böyle bir durumdan nasıl bir anlam çıkartılması gerektiğini okuruna belirtmiştir.
“ En imansızların bile:
Les manifestations telepetigues des mourants dedikleri bu anlaşılmaz esrar ve kuvvet nedir?
Dünyadan cüda düşen bu iki ruhun teselli için ahirette birleştiklerine insanın imanından şehadetler dışkırıyor gibi oluyor..
Allahım sen de, biz de, hayatta, ölüm de hep hep mevcuddat birbirne girift, hallolunmaz muğlak ve ali birer muammayız..”
3 SONUÇ
İçinde barındırdığı yedi öyküyle ‘İki Hödüğün Seyahati’ adlı eser Hüseyin Rahmi’nin farklı durum ve kesimlere ait gözlemlerinden oluşmuştur. Tüm öykülerde abartılı örenklerle, içinde bulundukları durumu uçlarda yaşayan karakterler verilmiştir. Dönemin sosyal, ahlaki değişimlerini ortaya koyan eserde; ‘Nasıl Öldürdüler?’ de hayvanlara yapılan zulüm ve çocukların acımasızlıkları anlatılırken; ‘Müslüman Mahallesinde Bu İş Olur Mu?’ da karısnın namusundan şüpheye düşen bir koca karısının aşığı sandığı adamın rolünü ezberleyen bir aktör olduğunu farkederek şaşkınlığa düşer. Duygulanımlar ve beklentiler hep marjinal düzeylerdedir. Öykülerin karakterleri hep yanılgıya düştüklerini farkederler; bu garip bir telaffuz hatası sonucunda da olabilir , kayınvalidenin gelinine karşı zafer kazanma çabasında da , ya da erzak için vesika almaya çalışırken genelevlerde çalışma iznine müracat etmeye çalıştığının farkına vararak da olabilir. Namusa, ahlaka, bilime ve sosyal kurallara dair bildiklerinin yanlışlığı ortaya çıkar ve tuhaf durumlara düşerler. Bu özellikleriyle hikâyelerdeki komedi unsurları toplumdaki eksikleri ve yanılgıları vurgular. Hüseyin Rahmi’nin bu gözlemleri hem dönem özelliklerini anlamaya yardımcı olmakta hem de okunması keyifli mizah hikâyeleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
KAYNAKÇA
1) Hüseyin Rahmi Gürpınar, İki Hödüğün Seyati, İstanbul, Hilmi Kitapevi, 3. b. ,1960.
2) İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, Dergah Yayınları, 6. b. 2005.
0 GİRİŞ
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ‘İki Hödüğün Seyahati’ adlı eseri ilk olarak 1930’da kitap olarak yayınlanmıştır. Eser yedi farklı hikâyeyi içinde barındırır. Kitaba adını veren ilk hikâyede köy kökenli, saf ve kültürsüz iki kişinin ada seyahatine sıkışları ve bu yolculuk sırasında başlarından geçen aksilikler, yanlış anlaşılmalar mizahi bir biçimde anlatılır. Diğer hikayelerin adları ‘Nasıl Öldürdüler?, Müslüman Mahallesinde Bu İş Olur Mu?, Arzın yuvarlalığına İnanmıyor,Büyük Ana, Tövbeler Tövbesi, Vesika ve sair Hikayeler’ dir. Bütün bu hikâyelerde İstanbul’un farklı kesim ve mahallerinde karşılaşılabiliecek insan manzaralarının iyi bir gözlem sonucu aktarıldığı anlaşılmaktadır. ‘Nasıl öldürdüler?’ ve ‘Büyük Ana’ adlı öykülerde dram öğeleri ön plana çıkarken, diğer tüm öykülerde mizah öğeleri ön plandadır. Bu çalışmada mizah ve dram öğesi taşıyan öykülere birer örnek olarak ‘İki Hödüğün Seyahati’ ve ‘Büyük Ana’ adlı öykülerin önce kısa birer özeti verilecek, sonra içerik incelemeleri yapılacaktır. İçerik incelemeleri yapılırken öykülerde dönemin özelliklerini yansıtan detaylar üzerinde durulacaktır.
1 ÖZET
İki Hödüğün Seyahati
Mahir ve İrfan Köyden kente göçmüş birer aileye mensupturlar. Dayılarının yanında ikamet ederler. Zamanlarının çoğunu kahvede tavla oynayarak geçirseler de bu oyunu da kurallarına uygun oynamayı başaramayarak çevredekileri kendilerine güldürürler. Bir gün kahvede, Büyükada’da çalışmış yorgancının ada hakkında anlattıklarından çok etkilenirler ve oraya gitmeye karar verirler. Adını da ‘büyük oda’ diye belledikleri yere gitmek için bu iki arkadaş traş olur, kokular sürünür hatta kendilerine boyun bağı bile alırlar. Fakat yakalıklarıyla bu boyunbağının bağlanmayacağını farkeden kafadarlar boyunbağını yakalarının üstüne bağlayarak, ipekli kumaşın heryerini göstermenin uygun olacağını düşünürler. Yola çıktıklarında nereye gideceklerini unutan kafadarlar yolda her gördüklerine gidecekleri yeri ve nasıl gideceklerini danışırken, çevredekileri yine kendilerine güldürürler. Nihayet ada vapurunu bulup binerler ancak bindikleri vapurdan da emin olamaz etraftakilere vapurun nereye gittiğini sormaya başlarlar. Bu sorular karşısında ikilinin nereye gitmek istediğini anlamayan kimselerle de çeşitli anlaşmazlıklar yaşarlar. Vapurdaki Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarına mensup kimseler hem bu ikiliye yardımcı olmaya çalışır hemde bunlarla alay ederler. Yanlış anlaşmanın sonucu Mahir ve İrfan ‘kınalı at’a bineceklerini sanarken Kınalıada’da vapurdan inerler. Vapur iskelesinde Büyükada’ya gitmek istediklerini anlayan görevli onları bir sandalcıya paralı mirasyediler olarak tanıtarak emanet eder. Sandalcı kısa süre sonra ikilinin zengin olmadığını anlayınca daha fazla kürek çekmemek için ikiliyi Heybeliada’da bırakır. Onları adaya bırakırken, o da Tellal Yanko’ya Mahir ve İrfan’ın zengin ve gününü gün etmek isteyen beyler olduğu yalanını söyler. Rumca konuştukları için Mahir ve İrfan’ın kendileri hakkında yapılan bu yorumlardan haberi olmaz. Yanko onları bir faytona bindirip bir gazinoya götürür. Gazinoda içki içer ve bir meze sofrasında otururlar ancak meze tabaklarının küçüklüğü karnı acıkmış olan kafadarların derin derin düşünmelerine sebep olur. Henüz karınları doymamıştır ancak sarhoşluk kendini göstermeye başladığında gazinocu şimdiye kadar içtiklerinin parasını ister. Karşısında zengin ‘görmemişler’in olduğunu düşünen Yanko onların hesabına içki içmeyi çevrelerinde toplanan kalabalığa telkin etmiştir. Ceplerindeki paranın katbe kat üstü hesapla karşılaşan ikili ne yapacağını şaşırır. Hesabın bu kadar çok oluşuna da akıl sır erdiremezler. İstenilen paranın onda birine tıka basa köfte piyaz yiyebilmelerine rağmen burda üç zeytin, iki gümüş balığı ve bir kaç lokma ekmeğe bunca para istenmesini hazmedemezler. Para ödememeleri halinde polise gideceklerini anlayınca dayılarını utandırmamak için İrfan’ın gözü gibi baktığı ‘ingiliz parası’nı bozdurmayı düşünürler. Bunu planlarken kullandıkları kelime ise ‘ingilizi parçalamaktır’. Bunu duyan garson ikilinin bir cinayet hazırlığı içinde olduğu korkusuna kapılır. Gazinocu, tellak ve garson polisi çağırır ve gazinoda yemek yiyen öğretmen ‘Mister Klarkson’u bu tehditten korumaya çalışırlar. Kafadarlar ise birbiriyle ‘ingiliz parası’nı bozdurup bozdurmamayı tartışmaktadırlar. Tartışma iyice kızışırken, garson da olası bir suikasttan kendini koruması için ‘Mister Klarkson’u uyarmaya gider ancak İngilizce bilmediği için durumu anlatmayı bir türlü başaramaz. Elini silah gibi doğrultur, kama gibi saplama hareketini taklit eder, son olarak da boğmaya çalışır gibi yaparken; sabrı taşan İngiliz de garsonla yumruk yumruğa gelir. Gazinodaki kavgayı polislerin gelişi durdurur. İngiliz onu öfkelendiren garsondan şikâyetçiyken, cinayet planlayanlar olarak Mahir ve İrfan gösterilirler. İngiliz parçalamaktan bahseden ikilinin İngiliz’in parası peşinde olduğunu düşünmeyi zabıta amiri de sürdürür. Hangi İngiliz’i parçalayacaklarını soran zabıta amirine İrfan cebindeki parayı gösterir. Ahalinin alkışlarıyla hikâye sona erer.
Büyük Ana
Aksaray civarında zamanında çok şen olmasına karşın artık bir mezar sukunetine bürünmüş evin akıbetinden bahsedilen bir hikâyedir. Ev ahalisi ardı ardına genç yaşta vefat etmiştir. Aileden geriye yetmişlik bir büyük ana bir de beşikteki torunu kalmıştır. Büyük ana ölen her bir gencin ardından kendi ölümü için feryat figan etmiş ancak torununa bakmak vazifesiyle başbaşa kalmıştır. Bebekliğinden delikanlılık çağına kadar büyük ana torunu Ali Lütfullah’a gözü gibi bakmıştır. Okulunda rahat etmesi için öğretmenlerine hediyeler sunmuş, sokakta haşarılık öğrenmesin diye evi oyuncaklarla doldurmuştur. Tahsiline devam eden Ali Lütfullah akranlarıyla birlikte askere çağrıldığında büyük ana onun askerlikten muaf tutulması için yetkililere mektup yazmayı planlamış fakat torununun asker olmasını ve Irak Savaşı’na gönderilmesine mani olamamıştır. Torunundan haber alamayan yaşlı kadın meczuplaşmıştır. Torunun farklı yaşlardaki hallerinin hayalleriyle günlerini doldurmaya çalışmıştır. Bir gece komşular onun çığlıklarına eve koştuklarında kadıncağızın bir rüyadaymışcasına cephedeki torununa seslendiğini görürler. ‘Vurdular... Öldürüyorlar’ diye çığlıklar atan yaşlı kadın torununa su verme vaatlerinde bulunmakta adeta bir hayalle konuşmaktadır. “Sırma başlıklı develer, al tabutlar içinde şehit taşıyorlar.. İşte a.. Ah yavrumun beyaz alnına bir kurşun daha gömüldü.. (...) Ali Lütfullah Sana su vermeye .. kanlarını silmeye geliyorum..” Gözyaşlarına boğulan kadın oracıkta ölüverir. Daha sonra yaşlı kadının vefat ettiği saatlerde torunun da şehit olduğu haberi duyulur. Anlattığı hikâyenin ardından yazar sözü kendisi alarak bu durumun garipliğinden fakat insanın içinde imanı nasıl coşturduğundan söz eder. Ve hikâye bu şekilde sona erer.
2 İÇERİK İNCELEMESİ
Hödükler ne kadar Hödük?
Mahir ve İrfan köy kökenli oluşları, düşük bir sosyo-ekonomik kesime aitlikleriyle tanıtılırlar. Saf- ‘zihnievvel’ oluşları da pek çok örnekle dile getirilir. Tavla oynarlarken sayı saymaktan bir haber halleri anlatılır. Birbirlerinin adını bile doğru telaffuz edemezler. Babıâli’de hizmetçilik yapmaktadırlar. Kahvede dinledikleri Büyükada onlar için hayali kurulamaz bir yerken, gidip görmek için kendilerinde kuvvet bulmaları çok kolay olmuştur. Gittikleri yerin süsünü dinlediklerinden olsa gerek; kendileri de süslenmek için epeyce çaba sarfetmişlerdir. Yakalıkları, kalıp ettirdikleri eski ve yağlı fesleri, yeni aldıkları kravat, saçlarına ve bıyıklarına sürmek için fazladan verdikleri esans parası onların naifliğini anlatan birer örnektir.
Mahir ve İrfan pek çok kelimeyi yanlış anlarlar ve telaffuz ederler. Vapur’a ‘panpur’ der, Büyükada’yı ‘büyük oda’ diye bellerler. İşittikleri herşeyi yanlış anlar ve yanlış cevap verirler. Mizah öğeleri genellikle bu yanlış anlaşılmalar üzerinden verilmiştir. Adaya gitmeye karar verirler ancak yola çıktıklarında gittikleri yerin adını unuturlar, onu bulduklarında vapurda nereye gittiklerinden emin olamaz; onlara yardımcı olmak isteyen Rum Sucu’yu yanıltır, Kınalıada’da inmek durumunda kalırlar. Kınalı bir at’a bineceklerini düşünüp onun çiftelerinden korkan ikili burada da etraftakilerir maskarası olur. Çevredeki kimseler birbirlerine takılmak için bu ikiliyi kullanır. İskele görevlisi sandalcıyı cebi dolu mirasyedileri Büyükada’ya götürmesi için kandırırken, duruma uyanan sandalcı da Tellal Yanko’yu kandırır. Aralarındaki konuşmalar hep Rumca olduğu için ikilinin durumdan hiç haberi olmaz. Yazar Mahir ve İrfan karakterlerinin kültür yoksunu ve aklıselimden uzak hallerinden hiç hazzetmez bir tavır sergilese de onların kandırılış ve sürüklenişleri de onu pek memnun etmemektedir. Faytona bindiklerinde neşeyle etrafı izleyen Mahir ve İrfan zıplamak şarkı söylemek istediklerini dile getirirler. Onaların neşesindeki naiflik de yine sempatik bir öğe olarak aktarılmıştır.
Karagöz ve Hacivat benzeri bir diyaloğu sürdürmelerine rağmen ikili onların tersine birbirine çok benzemektedirler. İkisi de aynı kesimi temsile etmektedir. Karşılarına çıkanlar ise ya onların şaşkınlığı ve kılık kıyafetindeki özentiliği alaya alan standart İstanbul’lulardır. Bu İstanbullu’lar arasında Rum, Ermeni ve Yahudiler de bulunur. Onların da eleştirileri veya alayları ikilinin nereye gideceğini bilmez hali, güvensizlikleri ve özentisi açık komik kılıklarıdır. Mirasyedi olabileceklerine dair yapılan takılmaların pek çoğu da ‘sonradan görme’ diye tabir edilebilecek zenginlerin dönemin yaygın bir alay konusu olmasından kaynaklanabilir.
Mahir ve İrfan’ın ‘ingiliz parası’na karşı gösterdikleri tarif olunmaz şefkat hatta besledikleri aşk, başlarını beladan kurtarmak için bile harcayamayışlarının sebebidir. Onu parçalamaktan yani bozdurmaktan bahsetmeleri ise başlarını yeni bir belaya sokmuştur. Onların parasızlık karşısında cinayete başvuracaklarını düşünen tellal ve gazinocu sadece mizah unsurunu arttırmak için yaratılan yanlış anlaşılmanın abartılması için kullanılmıştır.
İçinde barındırdığı öğeler ve tiplerle döneminin güzel tespitlerine yer verse de bu öykü bir mizah öyküsüdür. Yanlış anlaşılmalar, aksilikler, alaylar abartılı ve komedi unsurunu destekleyicidir. Yine de ekonomik ve sosyal farklılıkları göz önüne sermiştir. Anadolu’dan İstanbul’a gelen ‘Türk’ün maddi sıkıntılar içinde olduğu ortadadır. Bunun yanında İstanbul’da ya da Adalarda yaşayan Rum, Ermeni veya Yahuiler de bolluk içinde yüzmez, suculuk, sandalcılık, tellallık gibi işlerde çalışmaktadırlar fakat kentli ve uygar bir yaşayışa sahiptirler. Kent ve köy yaşantıları arasındaki fark da bu sayede ortaya konmuştur. İstanbul’da yaşamını sürüren İngiliz ise parası için öldürülmesi olası gözüken zengin kesimi temsil etmektedir. İngiliz’in el kol hareketleriyle anlaşmaya çalışan garsonun tavırlarından rahatsız olması öfkelenmesi abartılı bir yanlış anlaşılma silsilesinin bir parçası olduğu kadar kültürlerarası farklılıkların yarattığı sıkıntılara bir gönderme olarak da kabul edilebilir.
Telepatik olayların varlığına dair bir öykü yazabilmek
Bu öyküde yazar öncelikle büyük ana ile Ali Lütfullah’ın yaşadıkları evin bakımsızlığı ve yanlızlığını anlatır. Evin kişileştirilmesiyle başlayan bu öykü içinde yaşayan yalnız ve farklı bir ilişkiye sahip babaanne-torun ilişkisinin çerçevesi konumundadır. Oldukça kısa detaylarla babaannenin evde sağ kalan en yaşlı insan oluşu, gördüğü ölümler karşısındaki çırpınışı anlatılmış ardından da geri kalan bir tek torununa ne kadar büyük bir bağlılık duyduğu vurgulanmıştır. Ali Lütfullah da oldukça sakin ve uyumlu bir çocuk olarak babaannesiyle ilişkisinde ideal bir dengenin parçası olmayı başarmıştır.
Ardı ardına gelen ölümler karşısında büyük ananın çaresizliği ve yalnız kalışı bir torun büyütmenin emeğiyle hayata bağlanması bir kadın karakterin analık vazifesine yapılmış bir vurgu olarak kabul edilebilir. Büyük ananın henüz beşiğinde öksüz kalan torunun emzikle yetinemediği zamanlarda kendi memesinden emzirmeye çalışması bu durumu destekleyen detaylardan biridir.
Askere çağrılan torunun evden ayrılışına engele olamaması ve askerlik hizmetinin kaçınılmaz bir durum olduğunun belirtilmesi döneme dair yapılabilicek gözlemler sonucu ortaya çıkan bir özelliktir.
Öyküyü telepatik bir yaşantının sonlandırması bu öykünün en önemli özelliğidir. İslamı inanışta ruhların birini hissetmesi birbirinden haber alması uygun karşılanabilir bir durumdur. Batılı bir parapsikolojik durum algısından öte yazar da bu durumu imanı kuvvetlendirebilcek bir olay olarak görmüştür. Zaten yazar bu olayı öykünün sonunda bir paragrafla özetleyerek kendi sesini duyurarak yapmıştır. Torununun şehit oluşu karşısında ona yürekten bağlı oln babaannenin çırpınışları ‘şehitlik’ kavramının kutsal olduğu bu coğrafya da son derece makul kabul edilebilecek bir olgudur. Telepatik diye adlandırabileceğimiz, torunun şehit oluşu sırasında ölümün babaannneye hissettirilmesi veya iletilmesi dini ve psikolojik açılardan ele alınabilecek bir durumdur. Torununun şehit olduğu sahneyi gören büyük ana durum karşısındaki çaresizliğinin farkında olmaktansa ona ve çölde susuzluktan sıkıntı çeken tün millet evlatlarına su getireceğini vaadederek mekânsal ve bilinçli tüm algıları yok etmektedir. Yazarın son derece naif başlayan hikâyesi, ölümler karşısında birbirnden destek bulan bu iki kişi ölümlerinde de birbirlerini yalnız bırakmayarak naigflikten ulviliye bir tür geçiş yaşamışlardır. Yazar anlattığı olayın duygusal yoğunluğunu bozmayı göze olarak öykünün sonunda kendisi söz almış ve böyle bir durumdan nasıl bir anlam çıkartılması gerektiğini okuruna belirtmiştir.
“ En imansızların bile:
Les manifestations telepetigues des mourants dedikleri bu anlaşılmaz esrar ve kuvvet nedir?
Dünyadan cüda düşen bu iki ruhun teselli için ahirette birleştiklerine insanın imanından şehadetler dışkırıyor gibi oluyor..
Allahım sen de, biz de, hayatta, ölüm de hep hep mevcuddat birbirne girift, hallolunmaz muğlak ve ali birer muammayız..”
3 SONUÇ
İçinde barındırdığı yedi öyküyle ‘İki Hödüğün Seyahati’ adlı eser Hüseyin Rahmi’nin farklı durum ve kesimlere ait gözlemlerinden oluşmuştur. Tüm öykülerde abartılı örenklerle, içinde bulundukları durumu uçlarda yaşayan karakterler verilmiştir. Dönemin sosyal, ahlaki değişimlerini ortaya koyan eserde; ‘Nasıl Öldürdüler?’ de hayvanlara yapılan zulüm ve çocukların acımasızlıkları anlatılırken; ‘Müslüman Mahallesinde Bu İş Olur Mu?’ da karısnın namusundan şüpheye düşen bir koca karısının aşığı sandığı adamın rolünü ezberleyen bir aktör olduğunu farkederek şaşkınlığa düşer. Duygulanımlar ve beklentiler hep marjinal düzeylerdedir. Öykülerin karakterleri hep yanılgıya düştüklerini farkederler; bu garip bir telaffuz hatası sonucunda da olabilir , kayınvalidenin gelinine karşı zafer kazanma çabasında da , ya da erzak için vesika almaya çalışırken genelevlerde çalışma iznine müracat etmeye çalıştığının farkına vararak da olabilir. Namusa, ahlaka, bilime ve sosyal kurallara dair bildiklerinin yanlışlığı ortaya çıkar ve tuhaf durumlara düşerler. Bu özellikleriyle hikâyelerdeki komedi unsurları toplumdaki eksikleri ve yanılgıları vurgular. Hüseyin Rahmi’nin bu gözlemleri hem dönem özelliklerini anlamaya yardımcı olmakta hem de okunması keyifli mizah hikâyeleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
KAYNAKÇA
1) Hüseyin Rahmi Gürpınar, İki Hödüğün Seyati, İstanbul, Hilmi Kitapevi, 3. b. ,1960.
2) İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, Dergah Yayınları, 6. b. 2005.
Biz İnsanlar- Peyami Safa
Biz İnsanlar
0 GİRİŞ
Peyami Safa’nın ‘Biz İnsanlar’ adlı romanı ilk olarak 1937 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiştir. Roman, kültür ve ait oluş kavramlarıyla baş etmeye çalışan Orhan ve Vedia’nın yaşadıkları fikri ve kalbi gelgitleri konu edinmiştir. Orhan, hoca babasının yobaz düşüncelerine uygun yaşamaya tahammül edemeyerek kendine daha çağdaş bir rota çizmiş bir öğretmendir. Bilime inancı yüksek bir materyalist ve milli değerlere yürekten bağlı bir Türk gencidir. Vedia, Batı hayranı ve milli değerlerinden uzaklaşmış bir muhitte yetişmiş, güzel, akıllı ve ziyadesiyle hassas bir genç kızdır. Düşünce ve duygularını tasnif etmekte başarılı olmasına rağmen uzun süren kararsızları ön plandadır. Orhan’ın mesleki ve fikri hayatında yaşadığı değişiklikleri ve zorlukları anlatarak başlayan romanda, Orhan Vedia’ya âşık olduktan sonra bu genç ve kararsız kadın karakteri ön plana çıkmış hatta onun fikirleri yansıtılabilmek için günlüklerine de eserde yer verilmiştir. Bu incelemede eserin kısa bir özeti verildikten sonra, içerik incelemesinde Orhan ve Vedia karakterlerinin geçirdikleri dönüşüm ve yaşadıkları hezeyanlar karakterlerin içinde bulundukları dönem ve psikolojik durumlarına dayanılarak çözümlenecektir.
1 ÖZET
Romanın ilk bölümünde Orhan bir hastanede, Vedia’nın vapurda geçirmiş olduğu bir kaza sonucu yaşadığı travma yüzünden endişelenmektedir. Arkadaşı Necati’ye bu genç kızın ne kadar hassas olduğundan bahseder, endişesi hat safhadadır, kendi sağlığı da bozulmaya yüz tutmakta sık sık kalbi sıkışır ve nefesi tıkanır.
Özel bir okulda öğretmen olan Orhan, Vedia ile öğrencileri arasında geçen bir kavga sonucunda tanışmıştır. Tahsin isimli bir öğrenci kendisine ‘eşek Türk’ diyen bir öğrenciyi taşla yaralamıştır. Yaralıyı tedavi ettiren Orhan, onu evine götürdüğünde son derece öfkeli bir anneyle karşılaşır. Kadının tavırlarında oğlunun söylediği lafı destekleyen bir Batı imrenmesi ve kendi kültüründen uzaklaşmışlık hâkimdir. Varlıklı bir aileye mensup bu kadın Samiye Hanım, Vedia’nın yengesidir. Orhan Vedia’yı kısa bir süreyle bu yalıda görür. Bu yalıda yaşamakta olan aile Avrupalı misafirler ağırlaması, alafranga yaşam tarzıyla eşrafın öfkesini toplamıştır. Çocuklar arasında geçen tartışma bu aile ve eski kayıkçıları arasındaki bir başka husumete dayanmaktadır. Tahsin kayıkçının oğludur. Kayıkçı uzun yıllar bu aileye hizmet vermiştir. Onun annesi de hastalanana kadar ailenin hizmetçisi olmuştur fakat hastalanınca kovulmuş ve ölüme terk edilmiştir. Samiye Hanım kayıkçıya oldukça kötü muamele etmiş ve bir gün bu adam tarafından tartaklandığını etmiştir. Bu sebepten kayıkçı hapistedir. Oğlu ise eşrafın desteğiyle Orhan’ın çalıştığı okulda eğitim görebilmektedir. Orhan çocuklar arasındaki ve Samiye Hanım ile Kayıkçı arasındaki husumeti milli değerler ile batı medeniyeti hayranlığı arasında gerçekleşen bir olay gibi görmektedir.
Çocukların arasındaki olayın ardından, iş ahlakından yoksun müdür yardımcıyla arası zaten iyi olmayan Orhan işini kaybeder. En çok korktuğu sefalet günlerine geri döner. Orhan delikanlılık çağında hoca olan babasının yobazlığına karşı gelerek Darülmuallimin’e girmiş, ailesinin desteğinden yoksun maddi yönden sıkıntılı yıllar geçirmiştir. O fakirliğe geri dönmek onu oldukça sarsmış fakat yaşadığı olayda Tahsin’e destek olmaktan dolayı memnun olmuştur.
Sefalete öyel bir noktay varmıştır ki Orhan bir gün evinde donma tehlikesi atlatırken kendini sokağa atar ve gittiği bir kahvedekilerin yardımlarıyla hayata döner. Kendinde güç bularak ve minnetsiz yaşama arzusuna karşı gelmesine rağmen Necati’nin evine gider. Necati ona elinden geldiğince kendini kötü hissettirrmeden yarsımcı olmay çalışır. Bir takım işler bulur ve onun evinde kalmasını teklif eder. Bu süreçte Orhan’a gelen işlerden biride çevirmenliktir. Çevirilerini yapacağı Süleyman komünist propaganda yapan bir adamdır. Orhan’ın materyalist düşünceleriyle bağdaşan ve herkes için insanca ve eşit yaşamın minnetsizlikten uzak komünist düşünce Orhan’a cazip görünür. Felsefi düşüncelere ve bu konu hakkında çeşitli okumlar yapmaya iter. Necati bu nokta da kendi değerlerinden daha emin ve güvenli bir portre çizmekte. Ankara yapılmaya çlışan milli mücadele ruhunun üstünlüğünü savunmaktadır. Orhan bir kaç yerde ders vererek durumunu düzeltmeye çalışır. Bu dönemde bir pastahanede Necati’yel otururken Vedia’yı görür. Kız saçlarını Rus kadınları gibi bağlamış ve kensinine likör edilmişken bir sivil bir zabıtanın sert uyarısına maruz kalır ve karakola götürülmek istenir. Bu duruma müdahale eden Orhan ve Necati görevlinin külhanbeyi tavırlarını ve kılık kıyafetini eleştirirler. Vedia yerine Orhan ve necati kaakola götürülür. Orada sert bir muameleyle karşı karşıyayken Vedia’nın yanındaki Fransız Sofi’nin İtilaf Karakolunu araması nedeniyle salıverilmeleri emri gelir. Kendi milletlerinden polislerin yabancılardan korkarak onlara iyi mumele etmeye başlamsı Necati’yi çok kızdırır. Orhan da ona katılır ve milli değerlerinin ve kuvvetlerinin bunca kötürüm hale gelmesi karşısında duydukları esefi dile getirirler. Bu olayın ardından Vedia teşekkür maksatlı Orahn’ı yalıya davet eder. Görüşmleri bu şekilde başlamış olur. Samiye Hanım da hapisten çıkacak olan Kayıkçı Mustafa’nın kendisini öldüreceği dedikodusunu duymuş bu konuda tek yardım alabileceği insan olarak Orhan’ı görmektedir. Orhan’a aynı zamanda çıkarıldığı okuldan müdür muavinliği görevi teklif edilmiş, Orhan da kabul etmiştir. Orhan sıklıkla yalıyı ve Vedia’yı ziyaret etmeye başlar. Yalıdaki yaşamı, Vedia’nın muhitini, yabancılarla verilen davetleri izleme olanağı bulur. Bu toplantılarda milli değerleri ve kendini kültürünü savunan, analitik düşünen, farklı görüşlere karşı hoşgörülü bir adam portresi çizer. Davetlerden birinde Vedai’ya aşık olan Bahri’yle tanışır bu genç de milli mücadeleye katılmak isteyen, milli değerlere bağlı bir subaydır. Fakat ailevi durmundan ötürü Anadolu’ya gidememektedir. Vedia’ya olan aşkıda onu günden güne tüketir çünkü genç kız son derece karasız yapısıyla onu içinden çıkılmaz bir aşk buhranına sokmuştur. Bahri en sonunda hayatında yapamadığı şeylerin ağırlığı altında ezilmeye daha fazla devam edemez ve intihar ederek hayatına son verir. Orhan Bahri’den ve ölümden sonra kendi gözlemleri doğrultusunda Vedia’nın etrafındaki taliplerini anıma fırsatı bulur. Genç kız bu taliplerin hepsine aynı uzaklıkta durmaktadır. Hepsine ümit verdiğide düşünülebilmektedir. Genç kız yakın çevresinde olup bitenden çok etkilenmektedir. Kendine ait özgün ve güçlü fikirleri olmasına karşın, etrfındaki insanların görüşleri onun fikirlerini kolayca değiştirebilmektedir. Necati onun bunu durmunu ‘ideal buhranı’ olarak tanımlar. Genç kızın taliplerinden Bahri ve Ali Haydar subaydırlar. Rüştü ise zengin bir ailenin eğitim görümüş fakat son derece yüzeysel oğludur. Giyimine çok önem verir ve kumara düşkünlüğüyle tanınır. Orhan ise o günlerde dış görünüşü açısından yetersizliğini tartmaktadır fakat Vedia’yla ilişkileri daha ciddi bir hal almıştır. Vedia ona kimseye ona verdiği kadar cesaret vermediğini söylemiştir. Sefalet günlerinde geçmiş kırhgınlıklara rağmen düştüğü durumdan kurtulabilmek için Orhan amcasına yardım isteyen bir mektup yazmış fakat cevap alamamıştır. Yengesinden aldığı bir mektup sonucu amcasının ona yardım etmeyi çok istediği fakat yakın zamanda öldüğünü öğrenir. Yengesi amcasının tek varisi olarak onu Elazığ’a çağırır. Orhan yüklüce bir mirasa konar ve bu sayede dış görünüşüne dair eksikliklerini düzeltir ve yaşam standartını yükseltir. Orhan’ın hayatına yansıyan bu gelişmeler, Vedia’nın Orhan ve ona evlenme teklifinde buluna Rüştü arasındaki kıyaslamaları, fikirleri genç kızın günlükleri aracılığıyla anlatılır. Bu günlükler Vedia tarafından Orhan’a kendisine bir şey olması durmunda emante edilmiştir ve o da bunları hastanede Vedia’nın başucunda okumktadır. Günlükler ilerledikçe Vedia’nın Rüştü ve Orhan arsındaki karasızlığı ve her ikisyle de paylaştıkları su yüzüne çıkmaya başlar. Orhan bu duruma tahammül etmekte zorlanır. Sağlıklı durumu o günlerde zaten iyi değildir, sıkışan kalbi ve nefesi onu çok rahatsız eder. Günlükte okuduğu bir takım şeylerin ardın sıkıntıs artar ve hastane koridorunda ölür. Hayati tehlikesinin geçmesi beklenen ancak durumu umutsuz görünen Vedia ise hayata dönmüş ve kendine gelmiştir. Roman Orhan’ın öldüğü günün ardında kendine gelen Vedia’nın ‘Orhan nerede?’ sorusunun cevapsız kalışıyla son bulur.
2 İdeal Buhranındakiler ve Yüzeyseller
Peyami Safa’nın pek çok eserinde kullandığı Doğu ve Batı karşılaştırılması teması bu eserinde de görülmektedir. Bu karşılaştırmayı ortaya koyarken yazar genellikle doğulu ve batılı değerlere sahip iki erkek karakter, bu iki adam arasından seçim yapmak durumunda kalan ve net bir dünya görüşü olmayan bir kadın karakter kullanır. Bu eserde ise diğer romanlarda olduğundan farklı olarak doğulu ve batılı değerlerin çerçevesi güçlü hatlarla belirlenmemiştir çünkü doğulu veya milli değerleri temsil ettiği düşünülebilecek olan Orhan karakterinin kendisi hayat felsefisini oluştururken çeşitli bocalamalar yaşamaktadır.
Orhan genç yaşta iken hoca olan babasının dindar yaşamı ve anlayışından uzaklaşmak istemiştir. Ailesiyle bağlarını koparmış tek başına yaşamaya başlamıştır. Yaşamını ‘materyalist’ bir dünya görüşü etrafında şekillendirmiştir. Bu felsefeden de taviz vermeyi düşünmemektedir. Bunun yanında milli değerlere bağlılığı da gözlemlenebilir özelliklerindendir. Hatta bu değerleri savunurken kendine çalıştığı okuldaki idarecilerden birini düşman etmiştir. Milli bir meseleye ucu dokunan Tahsin ve Cemil’in kavga hadisesinin yankısı da bu sebeple daha büyük olmuştur. Yaşam koşulları normal standardında devam etmekte iken Orhan Tahsin’in Cemil’e attığı taşta da, babası Kayıkçı Mustafa’nın alafranga patronu Samiye Hanım’ı tartaklamasında da ezilmeye karşı tepki vermekten çok, milli değerlere yapılan hakareti hazmedememe olasılığını değerlendirir. Vedia’ya âşık olana kadar materyalist felsefesinde tutarlı bir tablo çizen karakter milli değerlere karşı ilk bocalamasını ise sefalet günlerinin ardından ‘minnet duygusunu ortadan kaldırabilecek’ sosyalizmle karşılaştığında yaşar. Ne yazık ki karakter bu düşüncesinden insanın duygusal ihtiyaçlarını giderebilmek ve teselli aramak sonucu yine bir takım kimselerden yardım arayışına girmesinin minnet duygusunu doğuracağı çıkarımı onu bu düşünceden de uzaklaştırır. Bu konumdayken Orhan’ın Marksist felsefiyi ve materyalizmi pek de doğru anlamadığı çıkarımında bulunulabilir. Materyalist felsefenin de Orhan ve Necati karakterleri tarafından yanlış anlaşıldığı belli noktalar olduğu düşünülebilir çünkü her ikisi de materyalizmi insanın maddi çıkar ve ihtiyaçlarını savunan düşünce ile zaman zaman birbirine karıştırmaktadır. Orhan Vedia’ya aşık olmasının ardından düşüncesini sorgulamış ve romantik duygular içine girdiği gördükten sonra maddeye dair inancının yanlış olabileceğini düşünmüştür. “ Ben aşka hiçbir zaman inanmadım. Zannediyorum ki muhtelif objelere karşı alakalarımıza isim koyarken kadına karşı duygularımıza aşk diyoruz. Ona bakarsan ben sigaraya da aşığım. Sigarasız, hele kundurasız yaşayamam. Ekmeğe aşık değil miyiz? Aşk bir tenasül ve gurur açlığıdır. İkisi birbirine karışıyor, belki. Sonra bir mizaç meselesi… Ben kendimde aşka istidat görmüyorum” diyen Orhan’ın düşüncelerinde çeşitli boşluklar olduğu açıkça görülebilir.
Madde ve ruh ayrımı yaparken, ‘madde’yi Batılı düşüncenin simgesi yapan yazar ‘ruh’ kavramını ise Doğulu bir meziyet yerine koymuştur. Aşk ilişkilerinde bu yapının yansıması ise şöyledir. Rüştü eserde Orhan’ın rakibi olan zengin, yüzeysel, Batılı bir anlayış ve değer sistemine sahip veya inanç ve değer yoksunu karakter olarak kadınlar karşısında taleplerini de bu doğrultuda belirlemektedir. Kumara ve kadına duyulan aşkı birbirinden ayırmaz. Kadın onun için cinselliğiyle ön plandadır. Bunun yanı sıra kadınlar karşısında onu çekici kılan da onun bu dürtüsellikle yaptığı hareketleridir; dış görünüşüne önem vermesi, kadınların dış görünüşüne ait özelliklerini iltifata layık görmesi gibi. Orhan ise Vedia’ya duyduğu aşkta ise bu genç kızın düşünceleri, düşünme biçimi ve duyguları onun için önem arz eder. Vedia’nın hassas ruhu Orhan için onu çekici kılan taraflardan biridir. Genç kızın güzelliği onu da cezbetmiştir ama bunu kendi düşünce seviyesine çıkarmaz. Genç kızı da yine düşünceleriyle etkilemeyi başarmıştır fakat bu bir amaç doğrultusunda yapılmış bir şey değildir. Vedia’nın bu iki adamı birbiriyle karşılaştırması da bu yönde yapılmıştır. Orhan düşünceleri ve düşünme biçimiyle, konuşmalarıyla genç kızı etkilemişken,; Rüştü’nün çekici olmak adına ne yaptığı net bir biçimde belirtilmese yaptıklarının kızın duygularına ve cinselliğine daha çok hitap ettiği anlaşılır. Vedia’nın günlüğüne kaydettiği şu sözler her iki adamın özelliklerini özetlemeye yeter: “ biri gözlerimin, biri de kulaklarımın sevgilisi.” Hangisinin göze hangisinin ise kulağa hitap ettiği açıktır. Orhan kendine inanacak ve ait hissedecek bir bakış açısı kazanmaktan güçlük çeken Vedia’ya yeni ufuklar açmak için konuştuğu zamanlarda genç kızın ilgisine mazhar olabilmiştir. Sefalet günleri sırasında milli değerlerine daha bağlı olan Orhan’ın mirasa konduktan sonra yaptıkları ise şaşırtıcıdır. Önceleri yalıda yapılan davetlerde kendini zaman zaman iki yüzlü hisseden, millete dair düşüncelerini hastalıklı bulduğu insanlarında arasında olmaktan memnun olmayan, onların şekle önem veren tavırlarından rahatsız olan Orhan, edindiği zenginlik sayesinde bu topluluk karşısında kendini daha rahat hissetmeye başlamış ve onlarınkilere benzeyen davetler ve aşırılıklar yapmaya başlamıştır. Örneğin, evinde verdiği bir davette Vedia’nın piyano çalmak istemesi ancak Orhan’ın evinde piyano olmaması üzerine genç adam komşusundan bir piyano satın almış ve eve getirmiştir. Milli mücadele yıllarının sürmekte olduğunu bir dönemde yaşadıkları halde, milli değerleri cansiperane koruyacağı düşündürülmek istenen karakter Vedia’ya aşkı uğruna onun ait olduğu zümrenin uçarılıklarına dâhil olmayı daha uygun bulmuş gibidir. Yurtsever, akıllı ve dürüst bir adama olarak Orhan, para sever ve ahlak yozlaşmasının içindeki Rüştü, Vedia karşında uzun süre yenişememiştirler. Orhan düşüncelerinden pek çok sapma yaşamıştır, yaşamını değiştiren hareketleri olmuştur. İyi bir insan olma özelliğinden kaybetmese de düşünce adamı olma özelliğini törpüleyip salon adamlığını öğrenmeye gayret etmiştir. Bu çabası Vedia’dn beklenen takdiri toplamamıştır fakat duygudan yoksun bir snob olarak çizilen Rüştü aşk ve kıskançlık benzeri duygulara kapılarak Vedia’nın duygularını da karıştırmıştır. Rüştü’yle duygusallıktan öte, cinselliğe yakın bir takım şeyler yaşadığını Orhan’ın okuduğu günlükten anladığımız Vedia seçimi bu olayın ardından Orhan olarak belirlemiştir ancak bu karardan yaşadığı kaza nedeniyle henüz Orhan’ın haberi olmamıştır. Fakat yaptıklarının ahlaka aykırılığının cezası olarak Orhan’sızlığa mahkum edilmiş gibidir çünkü romanın sonunda Orhan ölürken Vedia hayata dönmüş ve onu sayıklamaktadır.
4 SONUÇ
Doğu ve Batı’yı romanlarında hep karşı karşıya getiren ve doğunun niteliklerini, milli değerleri üstün çıkarma eğiliminde olan yazar bu eserinde milli değerlerine sahip çıkan Doğulu tipini yeterince güçlü çizmese de insan psikolojisinin değişimlerini, kolay kapılınan duygu ve çaresizlikleri çok başarılı bir biçimde dile getirmiştir. Milli veya gayri milli değerlerle yetişmiş veya bu değerler doğrultusunda yaşamak isteyen kişilerin portreleri karikatürizelikten daha uzak bir durumdadır. Batılı değerleri temsil eden karakter yüzeyselliğinin hakkını vererek derinlikli çizilmemiştir fakat, milli değerleri temsil eden Orhan’ın edindiği bilinç ve değerler bütününü sorgulaması, değiştirmesi ve bocalaması onun daha gerçekçi bir karakter olmasını sağlamıştır. Esere psikolojik derinliğini veren de karakterin geçirdiği gelişimin akla uygunluğu ve insaniliğidir.
Berna Moran eser için “Biz İnsanlar’ ın yan karakterlerin zenginliği açısından, teknik ve anlatım bakımından, yazarın daha önceki romanlarına üstün olduğuna şüphe yok.” yorumunu yaparak eserin diğer Peyami Safa eserleri arasından sıyrıldığını söyler. Biz İnsanlar, yazarın alışık olunan tema ve yapısını bir adım ileriye götürerek edebiyatımızda psikolojik derinliği yüksek bir eser olarak yerini almıştır.
KAYNAKÇA
1) Peyami Safa, Biz İnsanlar, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 11. b. ,1998.
2) İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, Dergah Yayınları, 6. b. 2005.
3) Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1 -Ahmet Mithat’tan A.H. Tanpınar’a, İstanbul, İletişim Yayınları, 20.b. , 2008.
KAYNAKÇA
1) Peyami Safa, Biz İnsanlar, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 11. b., 1998.
2) İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, Dergah Yayınları, 6. b. 2005.
3) Berna Moran, Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul, İletişim Yayınları, 20. b., 2008.
0 GİRİŞ
Peyami Safa’nın ‘Biz İnsanlar’ adlı romanı ilk olarak 1937 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiştir. Roman, kültür ve ait oluş kavramlarıyla baş etmeye çalışan Orhan ve Vedia’nın yaşadıkları fikri ve kalbi gelgitleri konu edinmiştir. Orhan, hoca babasının yobaz düşüncelerine uygun yaşamaya tahammül edemeyerek kendine daha çağdaş bir rota çizmiş bir öğretmendir. Bilime inancı yüksek bir materyalist ve milli değerlere yürekten bağlı bir Türk gencidir. Vedia, Batı hayranı ve milli değerlerinden uzaklaşmış bir muhitte yetişmiş, güzel, akıllı ve ziyadesiyle hassas bir genç kızdır. Düşünce ve duygularını tasnif etmekte başarılı olmasına rağmen uzun süren kararsızları ön plandadır. Orhan’ın mesleki ve fikri hayatında yaşadığı değişiklikleri ve zorlukları anlatarak başlayan romanda, Orhan Vedia’ya âşık olduktan sonra bu genç ve kararsız kadın karakteri ön plana çıkmış hatta onun fikirleri yansıtılabilmek için günlüklerine de eserde yer verilmiştir. Bu incelemede eserin kısa bir özeti verildikten sonra, içerik incelemesinde Orhan ve Vedia karakterlerinin geçirdikleri dönüşüm ve yaşadıkları hezeyanlar karakterlerin içinde bulundukları dönem ve psikolojik durumlarına dayanılarak çözümlenecektir.
1 ÖZET
Romanın ilk bölümünde Orhan bir hastanede, Vedia’nın vapurda geçirmiş olduğu bir kaza sonucu yaşadığı travma yüzünden endişelenmektedir. Arkadaşı Necati’ye bu genç kızın ne kadar hassas olduğundan bahseder, endişesi hat safhadadır, kendi sağlığı da bozulmaya yüz tutmakta sık sık kalbi sıkışır ve nefesi tıkanır.
Özel bir okulda öğretmen olan Orhan, Vedia ile öğrencileri arasında geçen bir kavga sonucunda tanışmıştır. Tahsin isimli bir öğrenci kendisine ‘eşek Türk’ diyen bir öğrenciyi taşla yaralamıştır. Yaralıyı tedavi ettiren Orhan, onu evine götürdüğünde son derece öfkeli bir anneyle karşılaşır. Kadının tavırlarında oğlunun söylediği lafı destekleyen bir Batı imrenmesi ve kendi kültüründen uzaklaşmışlık hâkimdir. Varlıklı bir aileye mensup bu kadın Samiye Hanım, Vedia’nın yengesidir. Orhan Vedia’yı kısa bir süreyle bu yalıda görür. Bu yalıda yaşamakta olan aile Avrupalı misafirler ağırlaması, alafranga yaşam tarzıyla eşrafın öfkesini toplamıştır. Çocuklar arasında geçen tartışma bu aile ve eski kayıkçıları arasındaki bir başka husumete dayanmaktadır. Tahsin kayıkçının oğludur. Kayıkçı uzun yıllar bu aileye hizmet vermiştir. Onun annesi de hastalanana kadar ailenin hizmetçisi olmuştur fakat hastalanınca kovulmuş ve ölüme terk edilmiştir. Samiye Hanım kayıkçıya oldukça kötü muamele etmiş ve bir gün bu adam tarafından tartaklandığını etmiştir. Bu sebepten kayıkçı hapistedir. Oğlu ise eşrafın desteğiyle Orhan’ın çalıştığı okulda eğitim görebilmektedir. Orhan çocuklar arasındaki ve Samiye Hanım ile Kayıkçı arasındaki husumeti milli değerler ile batı medeniyeti hayranlığı arasında gerçekleşen bir olay gibi görmektedir.
Çocukların arasındaki olayın ardından, iş ahlakından yoksun müdür yardımcıyla arası zaten iyi olmayan Orhan işini kaybeder. En çok korktuğu sefalet günlerine geri döner. Orhan delikanlılık çağında hoca olan babasının yobazlığına karşı gelerek Darülmuallimin’e girmiş, ailesinin desteğinden yoksun maddi yönden sıkıntılı yıllar geçirmiştir. O fakirliğe geri dönmek onu oldukça sarsmış fakat yaşadığı olayda Tahsin’e destek olmaktan dolayı memnun olmuştur.
Sefalete öyel bir noktay varmıştır ki Orhan bir gün evinde donma tehlikesi atlatırken kendini sokağa atar ve gittiği bir kahvedekilerin yardımlarıyla hayata döner. Kendinde güç bularak ve minnetsiz yaşama arzusuna karşı gelmesine rağmen Necati’nin evine gider. Necati ona elinden geldiğince kendini kötü hissettirrmeden yarsımcı olmay çalışır. Bir takım işler bulur ve onun evinde kalmasını teklif eder. Bu süreçte Orhan’a gelen işlerden biride çevirmenliktir. Çevirilerini yapacağı Süleyman komünist propaganda yapan bir adamdır. Orhan’ın materyalist düşünceleriyle bağdaşan ve herkes için insanca ve eşit yaşamın minnetsizlikten uzak komünist düşünce Orhan’a cazip görünür. Felsefi düşüncelere ve bu konu hakkında çeşitli okumlar yapmaya iter. Necati bu nokta da kendi değerlerinden daha emin ve güvenli bir portre çizmekte. Ankara yapılmaya çlışan milli mücadele ruhunun üstünlüğünü savunmaktadır. Orhan bir kaç yerde ders vererek durumunu düzeltmeye çalışır. Bu dönemde bir pastahanede Necati’yel otururken Vedia’yı görür. Kız saçlarını Rus kadınları gibi bağlamış ve kensinine likör edilmişken bir sivil bir zabıtanın sert uyarısına maruz kalır ve karakola götürülmek istenir. Bu duruma müdahale eden Orhan ve Necati görevlinin külhanbeyi tavırlarını ve kılık kıyafetini eleştirirler. Vedia yerine Orhan ve necati kaakola götürülür. Orada sert bir muameleyle karşı karşıyayken Vedia’nın yanındaki Fransız Sofi’nin İtilaf Karakolunu araması nedeniyle salıverilmeleri emri gelir. Kendi milletlerinden polislerin yabancılardan korkarak onlara iyi mumele etmeye başlamsı Necati’yi çok kızdırır. Orhan da ona katılır ve milli değerlerinin ve kuvvetlerinin bunca kötürüm hale gelmesi karşısında duydukları esefi dile getirirler. Bu olayın ardından Vedia teşekkür maksatlı Orahn’ı yalıya davet eder. Görüşmleri bu şekilde başlamış olur. Samiye Hanım da hapisten çıkacak olan Kayıkçı Mustafa’nın kendisini öldüreceği dedikodusunu duymuş bu konuda tek yardım alabileceği insan olarak Orhan’ı görmektedir. Orhan’a aynı zamanda çıkarıldığı okuldan müdür muavinliği görevi teklif edilmiş, Orhan da kabul etmiştir. Orhan sıklıkla yalıyı ve Vedia’yı ziyaret etmeye başlar. Yalıdaki yaşamı, Vedia’nın muhitini, yabancılarla verilen davetleri izleme olanağı bulur. Bu toplantılarda milli değerleri ve kendini kültürünü savunan, analitik düşünen, farklı görüşlere karşı hoşgörülü bir adam portresi çizer. Davetlerden birinde Vedai’ya aşık olan Bahri’yle tanışır bu genç de milli mücadeleye katılmak isteyen, milli değerlere bağlı bir subaydır. Fakat ailevi durmundan ötürü Anadolu’ya gidememektedir. Vedia’ya olan aşkıda onu günden güne tüketir çünkü genç kız son derece karasız yapısıyla onu içinden çıkılmaz bir aşk buhranına sokmuştur. Bahri en sonunda hayatında yapamadığı şeylerin ağırlığı altında ezilmeye daha fazla devam edemez ve intihar ederek hayatına son verir. Orhan Bahri’den ve ölümden sonra kendi gözlemleri doğrultusunda Vedia’nın etrafındaki taliplerini anıma fırsatı bulur. Genç kız bu taliplerin hepsine aynı uzaklıkta durmaktadır. Hepsine ümit verdiğide düşünülebilmektedir. Genç kız yakın çevresinde olup bitenden çok etkilenmektedir. Kendine ait özgün ve güçlü fikirleri olmasına karşın, etrfındaki insanların görüşleri onun fikirlerini kolayca değiştirebilmektedir. Necati onun bunu durmunu ‘ideal buhranı’ olarak tanımlar. Genç kızın taliplerinden Bahri ve Ali Haydar subaydırlar. Rüştü ise zengin bir ailenin eğitim görümüş fakat son derece yüzeysel oğludur. Giyimine çok önem verir ve kumara düşkünlüğüyle tanınır. Orhan ise o günlerde dış görünüşü açısından yetersizliğini tartmaktadır fakat Vedia’yla ilişkileri daha ciddi bir hal almıştır. Vedia ona kimseye ona verdiği kadar cesaret vermediğini söylemiştir. Sefalet günlerinde geçmiş kırhgınlıklara rağmen düştüğü durumdan kurtulabilmek için Orhan amcasına yardım isteyen bir mektup yazmış fakat cevap alamamıştır. Yengesinden aldığı bir mektup sonucu amcasının ona yardım etmeyi çok istediği fakat yakın zamanda öldüğünü öğrenir. Yengesi amcasının tek varisi olarak onu Elazığ’a çağırır. Orhan yüklüce bir mirasa konar ve bu sayede dış görünüşüne dair eksikliklerini düzeltir ve yaşam standartını yükseltir. Orhan’ın hayatına yansıyan bu gelişmeler, Vedia’nın Orhan ve ona evlenme teklifinde buluna Rüştü arasındaki kıyaslamaları, fikirleri genç kızın günlükleri aracılığıyla anlatılır. Bu günlükler Vedia tarafından Orhan’a kendisine bir şey olması durmunda emante edilmiştir ve o da bunları hastanede Vedia’nın başucunda okumktadır. Günlükler ilerledikçe Vedia’nın Rüştü ve Orhan arsındaki karasızlığı ve her ikisyle de paylaştıkları su yüzüne çıkmaya başlar. Orhan bu duruma tahammül etmekte zorlanır. Sağlıklı durumu o günlerde zaten iyi değildir, sıkışan kalbi ve nefesi onu çok rahatsız eder. Günlükte okuduğu bir takım şeylerin ardın sıkıntıs artar ve hastane koridorunda ölür. Hayati tehlikesinin geçmesi beklenen ancak durumu umutsuz görünen Vedia ise hayata dönmüş ve kendine gelmiştir. Roman Orhan’ın öldüğü günün ardında kendine gelen Vedia’nın ‘Orhan nerede?’ sorusunun cevapsız kalışıyla son bulur.
2 İdeal Buhranındakiler ve Yüzeyseller
Peyami Safa’nın pek çok eserinde kullandığı Doğu ve Batı karşılaştırılması teması bu eserinde de görülmektedir. Bu karşılaştırmayı ortaya koyarken yazar genellikle doğulu ve batılı değerlere sahip iki erkek karakter, bu iki adam arasından seçim yapmak durumunda kalan ve net bir dünya görüşü olmayan bir kadın karakter kullanır. Bu eserde ise diğer romanlarda olduğundan farklı olarak doğulu ve batılı değerlerin çerçevesi güçlü hatlarla belirlenmemiştir çünkü doğulu veya milli değerleri temsil ettiği düşünülebilecek olan Orhan karakterinin kendisi hayat felsefisini oluştururken çeşitli bocalamalar yaşamaktadır.
Orhan genç yaşta iken hoca olan babasının dindar yaşamı ve anlayışından uzaklaşmak istemiştir. Ailesiyle bağlarını koparmış tek başına yaşamaya başlamıştır. Yaşamını ‘materyalist’ bir dünya görüşü etrafında şekillendirmiştir. Bu felsefeden de taviz vermeyi düşünmemektedir. Bunun yanında milli değerlere bağlılığı da gözlemlenebilir özelliklerindendir. Hatta bu değerleri savunurken kendine çalıştığı okuldaki idarecilerden birini düşman etmiştir. Milli bir meseleye ucu dokunan Tahsin ve Cemil’in kavga hadisesinin yankısı da bu sebeple daha büyük olmuştur. Yaşam koşulları normal standardında devam etmekte iken Orhan Tahsin’in Cemil’e attığı taşta da, babası Kayıkçı Mustafa’nın alafranga patronu Samiye Hanım’ı tartaklamasında da ezilmeye karşı tepki vermekten çok, milli değerlere yapılan hakareti hazmedememe olasılığını değerlendirir. Vedia’ya âşık olana kadar materyalist felsefesinde tutarlı bir tablo çizen karakter milli değerlere karşı ilk bocalamasını ise sefalet günlerinin ardından ‘minnet duygusunu ortadan kaldırabilecek’ sosyalizmle karşılaştığında yaşar. Ne yazık ki karakter bu düşüncesinden insanın duygusal ihtiyaçlarını giderebilmek ve teselli aramak sonucu yine bir takım kimselerden yardım arayışına girmesinin minnet duygusunu doğuracağı çıkarımı onu bu düşünceden de uzaklaştırır. Bu konumdayken Orhan’ın Marksist felsefiyi ve materyalizmi pek de doğru anlamadığı çıkarımında bulunulabilir. Materyalist felsefenin de Orhan ve Necati karakterleri tarafından yanlış anlaşıldığı belli noktalar olduğu düşünülebilir çünkü her ikisi de materyalizmi insanın maddi çıkar ve ihtiyaçlarını savunan düşünce ile zaman zaman birbirine karıştırmaktadır. Orhan Vedia’ya aşık olmasının ardından düşüncesini sorgulamış ve romantik duygular içine girdiği gördükten sonra maddeye dair inancının yanlış olabileceğini düşünmüştür. “ Ben aşka hiçbir zaman inanmadım. Zannediyorum ki muhtelif objelere karşı alakalarımıza isim koyarken kadına karşı duygularımıza aşk diyoruz. Ona bakarsan ben sigaraya da aşığım. Sigarasız, hele kundurasız yaşayamam. Ekmeğe aşık değil miyiz? Aşk bir tenasül ve gurur açlığıdır. İkisi birbirine karışıyor, belki. Sonra bir mizaç meselesi… Ben kendimde aşka istidat görmüyorum” diyen Orhan’ın düşüncelerinde çeşitli boşluklar olduğu açıkça görülebilir.
Madde ve ruh ayrımı yaparken, ‘madde’yi Batılı düşüncenin simgesi yapan yazar ‘ruh’ kavramını ise Doğulu bir meziyet yerine koymuştur. Aşk ilişkilerinde bu yapının yansıması ise şöyledir. Rüştü eserde Orhan’ın rakibi olan zengin, yüzeysel, Batılı bir anlayış ve değer sistemine sahip veya inanç ve değer yoksunu karakter olarak kadınlar karşısında taleplerini de bu doğrultuda belirlemektedir. Kumara ve kadına duyulan aşkı birbirinden ayırmaz. Kadın onun için cinselliğiyle ön plandadır. Bunun yanı sıra kadınlar karşısında onu çekici kılan da onun bu dürtüsellikle yaptığı hareketleridir; dış görünüşüne önem vermesi, kadınların dış görünüşüne ait özelliklerini iltifata layık görmesi gibi. Orhan ise Vedia’ya duyduğu aşkta ise bu genç kızın düşünceleri, düşünme biçimi ve duyguları onun için önem arz eder. Vedia’nın hassas ruhu Orhan için onu çekici kılan taraflardan biridir. Genç kızın güzelliği onu da cezbetmiştir ama bunu kendi düşünce seviyesine çıkarmaz. Genç kızı da yine düşünceleriyle etkilemeyi başarmıştır fakat bu bir amaç doğrultusunda yapılmış bir şey değildir. Vedia’nın bu iki adamı birbiriyle karşılaştırması da bu yönde yapılmıştır. Orhan düşünceleri ve düşünme biçimiyle, konuşmalarıyla genç kızı etkilemişken,; Rüştü’nün çekici olmak adına ne yaptığı net bir biçimde belirtilmese yaptıklarının kızın duygularına ve cinselliğine daha çok hitap ettiği anlaşılır. Vedia’nın günlüğüne kaydettiği şu sözler her iki adamın özelliklerini özetlemeye yeter: “ biri gözlerimin, biri de kulaklarımın sevgilisi.” Hangisinin göze hangisinin ise kulağa hitap ettiği açıktır. Orhan kendine inanacak ve ait hissedecek bir bakış açısı kazanmaktan güçlük çeken Vedia’ya yeni ufuklar açmak için konuştuğu zamanlarda genç kızın ilgisine mazhar olabilmiştir. Sefalet günleri sırasında milli değerlerine daha bağlı olan Orhan’ın mirasa konduktan sonra yaptıkları ise şaşırtıcıdır. Önceleri yalıda yapılan davetlerde kendini zaman zaman iki yüzlü hisseden, millete dair düşüncelerini hastalıklı bulduğu insanlarında arasında olmaktan memnun olmayan, onların şekle önem veren tavırlarından rahatsız olan Orhan, edindiği zenginlik sayesinde bu topluluk karşısında kendini daha rahat hissetmeye başlamış ve onlarınkilere benzeyen davetler ve aşırılıklar yapmaya başlamıştır. Örneğin, evinde verdiği bir davette Vedia’nın piyano çalmak istemesi ancak Orhan’ın evinde piyano olmaması üzerine genç adam komşusundan bir piyano satın almış ve eve getirmiştir. Milli mücadele yıllarının sürmekte olduğunu bir dönemde yaşadıkları halde, milli değerleri cansiperane koruyacağı düşündürülmek istenen karakter Vedia’ya aşkı uğruna onun ait olduğu zümrenin uçarılıklarına dâhil olmayı daha uygun bulmuş gibidir. Yurtsever, akıllı ve dürüst bir adama olarak Orhan, para sever ve ahlak yozlaşmasının içindeki Rüştü, Vedia karşında uzun süre yenişememiştirler. Orhan düşüncelerinden pek çok sapma yaşamıştır, yaşamını değiştiren hareketleri olmuştur. İyi bir insan olma özelliğinden kaybetmese de düşünce adamı olma özelliğini törpüleyip salon adamlığını öğrenmeye gayret etmiştir. Bu çabası Vedia’dn beklenen takdiri toplamamıştır fakat duygudan yoksun bir snob olarak çizilen Rüştü aşk ve kıskançlık benzeri duygulara kapılarak Vedia’nın duygularını da karıştırmıştır. Rüştü’yle duygusallıktan öte, cinselliğe yakın bir takım şeyler yaşadığını Orhan’ın okuduğu günlükten anladığımız Vedia seçimi bu olayın ardından Orhan olarak belirlemiştir ancak bu karardan yaşadığı kaza nedeniyle henüz Orhan’ın haberi olmamıştır. Fakat yaptıklarının ahlaka aykırılığının cezası olarak Orhan’sızlığa mahkum edilmiş gibidir çünkü romanın sonunda Orhan ölürken Vedia hayata dönmüş ve onu sayıklamaktadır.
4 SONUÇ
Doğu ve Batı’yı romanlarında hep karşı karşıya getiren ve doğunun niteliklerini, milli değerleri üstün çıkarma eğiliminde olan yazar bu eserinde milli değerlerine sahip çıkan Doğulu tipini yeterince güçlü çizmese de insan psikolojisinin değişimlerini, kolay kapılınan duygu ve çaresizlikleri çok başarılı bir biçimde dile getirmiştir. Milli veya gayri milli değerlerle yetişmiş veya bu değerler doğrultusunda yaşamak isteyen kişilerin portreleri karikatürizelikten daha uzak bir durumdadır. Batılı değerleri temsil eden karakter yüzeyselliğinin hakkını vererek derinlikli çizilmemiştir fakat, milli değerleri temsil eden Orhan’ın edindiği bilinç ve değerler bütününü sorgulaması, değiştirmesi ve bocalaması onun daha gerçekçi bir karakter olmasını sağlamıştır. Esere psikolojik derinliğini veren de karakterin geçirdiği gelişimin akla uygunluğu ve insaniliğidir.
Berna Moran eser için “Biz İnsanlar’ ın yan karakterlerin zenginliği açısından, teknik ve anlatım bakımından, yazarın daha önceki romanlarına üstün olduğuna şüphe yok.” yorumunu yaparak eserin diğer Peyami Safa eserleri arasından sıyrıldığını söyler. Biz İnsanlar, yazarın alışık olunan tema ve yapısını bir adım ileriye götürerek edebiyatımızda psikolojik derinliği yüksek bir eser olarak yerini almıştır.
KAYNAKÇA
1) Peyami Safa, Biz İnsanlar, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 11. b. ,1998.
2) İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, Dergah Yayınları, 6. b. 2005.
3) Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1 -Ahmet Mithat’tan A.H. Tanpınar’a, İstanbul, İletişim Yayınları, 20.b. , 2008.
KAYNAKÇA
1) Peyami Safa, Biz İnsanlar, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 11. b., 1998.
2) İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, Dergah Yayınları, 6. b. 2005.
3) Berna Moran, Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış 1, İstanbul, İletişim Yayınları, 20. b., 2008.
Akile Hanım Sokağı- Halide Edib Adıvar
Akile Hanım Sokağı
0 GİRİŞ
Halide Edib Adıvar’ın kaleme aldığı Akile Hanım Sokağı 1, 1957-58 yılları arasında Hayat Mecmuasında tefrika edilmiştir. 1958’de kitap olarak yayınlanmıştır. Eser üç kısımdan oluşmaktadır: Akile Hanım Sokağı, Sallan ve Yuvarlan ve Cıbıl Gız (Strip- Tease). Bu üç bölüm birbirinden bağımsız öyküler olarak da ele alınabilinecek niteliktedir.
Birinci bölümde kısaca sokak ve sokağa misafir olarak gelmiş olan Ankaralı bir çift okuyucuya tanıtılmaktadır. Nermin ve Tarık’ın evlilikleri, ilişkilerinin başlangıcı, yeni ortaya çıkan bir problem ve Nermin’in sokağa adını veren Akile Hanım’la olan arkadaşlığı –Akile Hanım- bu bölümde anlatılır. İkinci bölüm birincinin devamı kabul edilebilir. Nermin’ in teyzesi Ayşe Hanım ve eniştesi Samim Bey’in evlilikleri ve yaşadıkları sarsıcı deneyim bu bölümün konusudur. Samim Bey’in geçmişteki gayri meşru bir ilişkiden sahip olduğu kızı tıbbiyeli Gülbeyaz’ın varlığı ve onun hüzünlü geçmişi anlatılır. Ayşe Hanım, Samim Bey’in Gülbeyaz’a ilgisini önceleri yanlış anlamış ve gerçekleri öğrendikten sonra evlilikleri zor bir sınavdan geçmiştir. Sonuç olarak çift bu genç kızı evlat edinmiştir. Kızın annesi hizmetçileri Güzide ise olaylar açığa çıktıktan sonra intihar etmiştir. Sallan-Yuvarlan adlı bu bölümde; Türkiye’nin değişmekte olan kültürel atmosferi üzerine farklı karakterlerin ağzından saptamalara yer verilir. Olaylar ve kişiler Nermin’in çevresinde yoğunlaşmıştır. Onun gözünden 50’lerin Türkiye’sine, evliliklere, danslara, toplantılara tanık olunur. Nermin’in yerini bir erkek; genç, prensip sahibi, çalışkan ve namuslu bir Cumhuriyet mühendisi almıştır. Bu mühendis ve onun tam zıttı kabul edilebilecek taşralı, eğitimsiz, cinselliği keşfetmeye meraklı bir hizmetçi kızın hayatlarının bir noktada kesişmesini anlatır. Kadın çıplaklığına, cinselliğine, evlilik ve boşanma üzerine toplumun farklı bireylerinin yorum ve düşünceleri bu bölümde dillendirilir. Dönemin göze batan özelliklerinden biri olarak her mahallede türeyen taşralı zenginlere bir örnek de bu hikâyenin içinde yer almaktadır.
Bu üç öyküyü bir roman haline getiren ortak öğe esere adını veren Akile Hanım Sokağı’dır. Sokak adeta cumhuriyet öncesi ve sonrası değişimlerle çalkalanan, içinde bolca tezat barındıran, gelişmek çabasındaki Türkiye’nin bir sembolü gibidir. Farklı kesimlerden ve yaşlardan kadın karakterler sayesinde kadının konumu ve geçirdiği evrimi gözlemek mümkündür.
Üç kısımda anlatılan bu hikâyeler de pek çok karakterin yaşam döngüsünü işlenmiştir. 50’lerin getirdiği değişim ile Amerikan kültürü ve yaşam tarzının tüm kesimler üzerindeki etkisi ortaya konmuş, farklı bakış açılarıyla ele alınmış ve eleştirilmiştir.
Eser yoğun bir ilişkiler yumağı olsa da hikâyeler bazı karakterler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bir ve ikinci kısımda üç farklı kadın aldatılma endişesi ve acısıyla yüzleşmektedirler. Bunlar, Nermin Hanım, Teyzesi Ayşe Hanım ve mahallenin becerikli, iş bilir kâhyası Akile Hanım’dır. Nermin ve Ayşe Hanımlar batı terbiyesinin, Amerikanvari yaşam tarzının ve daha üst bir sınıfın temsilcileri iken, Akile Hanım Anadolu’nun güçlü, becerikli, anaç, eğitimsiz fakat parlak zekâlı, çalışan kadınının bir temsilcisi konumundadır. Genç kadınlar cephesindeyse üç farklı kadınla daha karşılaşılır. Bunlar; Tıbbiyeli Gülbeyaz, ‘Cıbıl Gız’ Ayşe ve Serin Esen’dir. Roman, kadın karakterlerin kimliklerini oluşturan öğeler, yaşayışları, kadın-erkek ilişkilerinin dinamikleri; dönemin özellikleri, kadının toplumdaki duruşu ve toplumun geçirdiği değişim hakkında çok geniş bir bakış açısı sağlamaktadır. 50’lerin getirdiği Amerikanlaşmayı ve bunun öncesinde Milli Mücadele dönemini yaşamış olan Halide Edib’in farklı yaş, eğitim düzeyi ve sosyal sınıflardan gelen birkaç neslin kadınlarını seslendirmesi anlamlıdır. Sosyal niteliği yüksek olan bu romanın içerik çözümlemesi bu altı kadın temel alınarak yapılacaktır. Dönemi etkisi altına alan Amerikan kültürü ve dönemin modernleşme anlayışı da incelenecektir.
1 ÖZET
Akile Hanım Sokağı Laleli civarında, üstünde hem geçmişten kalan gösterişli konakları hem de arka taraflarında harabe halindeki evleri barındırır. Bu sokaktaki eski ama gösterişli bir beyaz konakta yaşayan teyzesine birkaç aylığına ziyarete gelmiş olan Nermin’in tutkusuz evliliği Dışişleri mensubu eşi Tarık’ın onu aldatması şüphesiyle çalkalanmaktadır. Tarık’ın çıkmak üzere olduğu Roma seyahatine götürülmeyişi ve güzel daktilo Sevim’in varlığı onu huzursuz etmektedir. Orada bulunduğu sürede huzursuzluğunu bastırmak için sokak sakinlerinden Akile Hanım’ı tanımak ister. Akile Hanım bu sokaktaki kırmızı kerpiç bir konağın emektar kâhyası durumundadır ancak bilgeliği ve iş bitiriciliyi sayesinde mahallelinin sevgisi ve saygısını kazanmıştır. Sokak resmi adı göz ardı edilerek onun adıyla anılmaktadır. Nermin ile Akile Hanım’ın ahbaplığı ilerlerken bu iki konağın sakinlerinin hayatları birbirleriyle kesişmektedir.
Kırmızı konakta yaşayan doktorların yanında sığıntı olarak yaşayan gururlu, çalışkan ve güzel Tıbbiyeli Gülbeyaz doktora asistanlık etmekte, mahallenin hastalarının yardımına koşmaktadır. Samim Bey’in bu kıza ilgisi Ayşe Hanım’ı çileden çıkarmaktadır. Bu ilgi herhangi bir arzu ifadesi değildir. Gülbeyaz, Samim Bey’in memleketinden uzakta, sarhoş ve zayıf bir anında hizmetçileri Güzide’den olma gayrimeşru çocuğudur. Yaşlı çift bu genç kızı evlat edinir. Nermin ise Tarık’tan daktilo Sevim’in bir Amerikalıyla nişanlandığını haber veren bir mektup alır ve rahatlar”. Nermin’in Tarık’ın onu aldattığını düşünmeye başladığından beri Tarık’ın Nermin’e karşı artan ilgisi ve tutkusu bu son mektupta da sürmektedir. İkinci kısım bu mektupla sona erer.
Cıbıl Kız kısmında Sadi Arslan, gazinolarda yeni yapılmaya başlayan ‘cıbıl gız’ numarasını seyretmeye gideceği günlerde Akile Hanım sokağındaki konakta bir hizmetçi kızın pencere önünde soyunarak evin önüne kamyon şoförlerini toplamasına şahit olur. Bu kız; köy kökenli, eğitimsiz, Rum bir ailenin yanında çalışmış, cinselliğini keşfetmek arzusunda bir hizmetçidir. Sadi, sokak satıcılığından milyonerliğe yükselmiş taşra zengini bir patronla çalışmaya başlamıştır. ‘Cıbıl gız’ lakaplı Ayşe de Sadi’nin annesinin yanında hizmetçilik yapmaktadır; Sadi’ye âşık olmuştur. Rahat tavırlarından vazgeçmiş ve son derece ağırbaşlı hareket etmeye başlamıştır. Evlenmeyi hiç düşünmeyen Sadi ise bir toplantı da eşinden boşanmak üzere, bir kız çocuğu sahibi güçlü ve modern bir kadın olan Serin Esen’le tanışır. Serin ve Sadi evlendiklerinde hizmetçi Ayşe ‘cıbıl kız’, kendini çıplak halde evin çatısından atarak intihar eder. Bu girişimi sonucunda Ayşe hayatını kaybetmez. Geçmişte pencere önünde soyunması ve bu intiharı bir gazete haberine konu olur. Serin ve Sadi’nin de evlilikleri ve gelecek planları bir gazete haberiyle verilir. Roman bu iki gazete haberi metniyle sona erer.
2 İÇERİK İNCELEMESİ
50’li Yıllarda Halide Edip’ in Türk Kadınları
‘Akile Hanım Sokağı’ adı belediyenin verdiği resmi ad ‘Ahmetkemal Sokak’ la tutarsızlık gösterir. Bu durum, konaklar ve izbeler, zenginler ve fakirler, eğitimliler ve eğitimsizler gibi tezatlar barındıran sokağın durumu da desteklemektedir. Bir kahya kadını, sokağı adıyla anacak kadar saydıran yazar bu eserde kadının o yıllarda edindiği yer ve konumu anlatmak için güzel bir başlangıç hazırlar.
Akile Hanım’ın saygınlığının bu derece yüksek oluşu Milli Mücadele sonrasında kadının değerinin yükseldiğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Akile Hanım eğitimsizdir, Balkan kökenli, Ege yöresinden İstanbul’a gelmiş bir Anadolu kadınıdır. Halen evlidir ancak kocası bir başka kadınla metres hayatı sürmektedir. Akile evliliğinin başından beri dominant bir kadın olmuştur. Beceriklidir ve kendine çalıştığı fabrikada ve yaşadığı çevrede kontrolü altına alabildiği bir muhit edinmiştir. Kocası onun bu baskın ve güçlü karakterinden, dişilikten uzak yapısından hem kopamamış hem de kendisinin baskın olabileceği bir işçi kadınla gayrimeşru bir ilişki yaşamaktadır. Bu ilişkide Halide Edip her ne kadar Akile Hanım’ın vakarını ve eşine karşı takındığı soğukkanlı tavrı yüceltse de, onun kadınlık vasıflarını ortadan kaldırmıştır. Bunların yokluğunu onu güçlü kılan tarafmış gibi sezdirmiştir. Evliliğini boşanmayla sonlandırmamasına sebep olarak da Akile Hanım evliliğin bir kez yapılacak bir şey olmasını gösterir. O yıllarda başlayan ve sıkça karşılaşılmaya başlanan boşanma olaylarını tasvip etmediğini de dile getirmiş olur. Bu, dönemin değişmekte olan aile ve evlilik anlayışına bir örnek olarak düşünülebilir.
Milli mücadele dönemi kadını imajını uyandıran Akile Hanım da, kocasının yıllar önceki ihanetini sineye çekip evliliğini kocasının gayrı meşru çocuğunu evlat edinerek sürdüren, Osmanlı’nın kültürel ağırlığını temsil eden Ayşe Hanım da, geçmişin değerlerini sürdürmekte ve aile bütünlüğünü korumaktadırlar. Modern Dönemin temsilcisi kabul edebileceğimiz Serin Esen ise eşinden boşanmış, çocuğunun varlığına rağmen Sadi Arslan ile bir aşk evliliği yapmaya hazırlanmaktadır.
Bahsedeceğim kadın karakterler arasında iki anneden biri olan Akile Hanım, iki oğlunu alarak İstanbul’a gelmiş ve onları yetiştirmiştir. Anneliğinin bir gereğiymişçesine kadınlığının ortadan kalması günümüze kadar uzanan anne imajının dönemin özellikleriyle de bağdaşan tarafıdır. Gayri meşru bir çocuk sahibi olan Güzide de aynı şekilde kadınsılıktan uzak bir insan olarak ele alınmıştır. Sadi’nin annesi de eser de sözü edilen bir başka anne olarak evladına ve eşine huzur veren bir kadın oluşuyla övülür. Tüm bu kadınlar annelik rolleriyle ön plana çıkar. Çocuğu olmayan Nermin ve Ayşe Hanım kılık kıyafetleri, güzellikleri, şıklıklarıyla ve kocalarını kıskanmak gibi son derece kadınsı ve insani tepkileriyle ve naif olarak anlatılırlar.
Nermin ve Ayşe Hanım karakterleri Halide Edib’le bazı biyografik benzerlikler gösterirler. Bu iki karakter de yazarın kendi sosyal çevresinden, belki arkadaşlarından biri olabilecek tiplerdir. Emekli bir büyükelçinin karısı olan Ayşe Hanım eğitimli, kılığına kıyafetine dikkat eden, batılı tarzdaki bir yaşam tarzına uyum sağlamış, pek çok kez yurtdışında yaşama fırsatı yakalamıştır. Yaşı itibariyle Osmanlı’nın son dönemlerini görmüş ve genç cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etmiştir. Milli Mücadele’de nerede olduğu ve yaptığı hakkında hiçbir detay verilmemiş olması ilginçtir. Ancak eşi Samim Bey’in siyasi hatıratını kaleme aldığı ve bunda İstiklal Mücadelesi, öncesi ve sonrasını konu aldığı detayı verilmiştir.
Nermin Hanım küçük yaşta annesini kaybetmiştir, bu detay yazarın biyografisiyle tutarlıdır. Karakterin subay olan babası annesinin ölümünden sonra evlenmemiş ve Doğu’da hiç bitmeyen ayaklanmaların birinde şehit olmuştur. Annesinin ölümünden sonra teyze ve eniştesi tarafından yetiştirilen Nermin batı tarzında, iyi bir eğitim almıştır. Çocukluğunun ve genç kızlığının bir kısmını da Washington’da geçirmiştir. Halide Edib’in son dönem eserlerinden sayılabilecek olan bu eserde, hala kendi çocukluğunun hesaplaşılamayan detaylarına yer verdiği görülmektedir. Annesini erken yaşta kaybeden yazarı, babasının evlilikleri derinden etkilemiştir. Nermin karakterin şehit babasına, kendi babasının tam tersi bir kimlik yaratması anlamlıdır. Halide Edib’in tam tersine benzeterek yapmış olduğu bu değişiklik, insan psikolojisi göz önüne alındığında geçmişini kabullenme çabasının bir örneği olarak düşünülebilir.
Nermin, Akile Hanım Sokağı’na geldiğinde sokak sakinlerine, özellikle de Akile Hanım’a karşı merak beslemektedir. Onun bu merakını teşvik ederken eniştesi ona, geçmişte hikâyeci olmak isteğini hatırlatır ve bunun hikâye yazmak için bir başlangıç olabileceğini belirtir.
Nermin’in pek de tutkulu ve aşkla başlamayan evliliğinin, mantığa dayalı ilişkisi Nermin ağzından yüceltilmiştir ama tatmin edici olmadığı da bir yandan vurgulanmaktadır. Son derece anlayışlı, modern, olgun, işinde başarılı ve yükselmekte olan bir dış işleri görevlisi olan Tarık, Nermin’e rahat bir yaşam ve huzur temin eder. Halide Edib’in ikinci evliliğini yapmış olduğu Adnan Adıvar’la olan ilişkisinin dinamikleri bu karakterlere yansımıştır.
Bu benzerliklerin ötesinde, Nermin karakteri üzerinden Halide Edib’in o dönemde yaşanmakta olan değişimlere dair düşüncelerini öğrenmek mümkündür. Eşinin yurtdışı görevi öncesinde olası bir sadakatsizlik şüphesi Nermin’in zihninin ‘acaba’larla istila edilmesine sebep olmuştur. Bunu takip eden birbirlerinden uzak kaldıkları dönemde ise Nermin zaman zaman geciken veya kısa kesilmiş mektuplara olan öfkesini teyze ve eniştesinin evinde yapılan davetlerde Amerikalı Dick Jones’la flört ederek ya da bunu yapmanın planlarıyla yatıştırır. Güzelliğine yapılan iltifatları teveccühle kabul eder. Hatta Tarık’ın Roma’dan yazdığı bir mektupta bahsettiği yeni müzik türü Rock’n Roll yani Sallan-Yuvarlan ile dönemine göre oldukça serbest kaçabilecek bir dans yaparlar. Tarık’ a olan kıskaçlığına yenik düşer ve Dick’le Emirgan’da bir kahvedeki gündüz toplantısında Sallan-Yuvarlan eşliğinde dans ederler, çok hareketli olan bu dans esnasında, bu dansın doğası gereği Nermin’in bacaklarının dizden yukarısı görülür. Bu çıplaklık Nermin’e oldukça farklı duygular yaşatır fakat baskın gelen vicdan azabıdır. Eniştesi neşeyle dansı izlerken, bu çıplaklık hadisesi Ayşe Hanım’ın yüzünün bulutlanmasına sebep olur. O bu durumu tasvip etmez. Bu tavırdan modern bir hayat sürmekte olsa da Ayşe Hanım’ın yeni devrin getirdiği açıklık ve değişikliğe pek de ayak uydurmaya niyetli olmadığı anlaşılabilir. Oysa onun da dekolte elbiseler giymiş olduğu çeşitli yerlerde belirtilmiş olsa da dansla gelen teşhiri bayağı bulduğu düşünülebilir. Bu nokta da Halide Edib bu vesileyle fikrini söylemiş olabilir. Pek çok eserinde ‘modern kadın’ portreleri çizmiş olan yazar bu eser de ‘son yılların getirdiği değişikler karşında modern kadın’ı ele almaktadır.
Temsil ettikleri yeni değerlerle kategorize edilebilecek genç kadın karakterlerden de söz etmek gerekmektedir. Öncelikle Nermin, teyzesi ve eniştesinin hayatlarında büyük bir drama sebebiyet seven Tıbbiyeli Gülbeyaz’ı ele almak yerinde olacaktır. Bu kendini mesleğine adamış yardımsever genç kız oldukça güç bir çocukluk geçirmiştir. Anne ve babası olmadığını bildiği ve onu sık sık rencide eden bir aile ile uzun yıllar bir arada yaşamış, hiç şefkat görmemiştir. Sürekli ait olduğu ailenin hayalini kurmakta, bu ailenin ve kendisinin toplumun daha rafine bir kesimine ait olduğuna inanmaktadır. Oldukça gururlu bir genç kızdır. Onu hayatı boyunca kollamış olan Güzide, yakın zamanda onu bir konakta yaşamakta olan iyi bir doktor ve karısının yanına yerleştirmiştir. Doktor onun mesleki gelişimi ön planda tutmakta hatta zaman zaman zorlamaktadır. Yıllar süren ezilmişliğin ardından hocasına çok saygı duyan Gülbeyaz, doktorun eşiyle de son derece iyi anlaşmaktadır. Köklerini bilmemenin verdiği utançtan dolayı aşık olduğu bir meslektaşıyla evlilik hayallerini çöpe atmak üzeredir. Bu hareketinin ardında kendini diğer insanların karşısında asla eksik veya kırılgan durumda bırakmamak isteği vardır. Cumhuriyet değerlerini temsil eden bir karakterdir. İnsanlar için canla başla çalışmakta, gururlu ve sert bir mizaç sergilemektedir. Modernliğin getirdiği herhangi bir yozlaşmanın içinde yer almaz. Emirgan’daki kahve de o da erkek arkadaşı olan Dr. Fevzi’yle oturmaktadır fakat dansa katılmaz. Gülbeyaz kendi iç konuşmalarından Samim Bey ve Nermin’in yaşam tarzlarına imrendiği ve oraya ait olmak istediği anlaşılsa da, bunu mümkün kılacak hiçbir çaba içine girmez. Yazar dönemin gençliğinden beklentilerini Gülbeyaz, Sadi ve Serin üzerinden özetlemiştir.
Üçü de soğukkanlı, üretken, hızla değişen çağın yozlaşmasına karşın milli, insani ve ahlaki değerlerini koruyan bireylerdir. Aldıkları iyi eğitim sayesinde yeniliklere öncü ve açıktırlar. Evlilik konusundaki fikirleri aileye, topluma saygılı olduklarını ve bunları önemsediklerini gösterir. Aşkı ve mantığı neredeyse eşit miktarlarda denkleme katmaya çabaları Halide Edib’in pek çok romanında kendini gösteren ideal evlilik formülasyonunu anımsatmaktadır
Taşralı Ayşe ‘cıbıl gız’ ise İstanbul’daki hayata adapte olmaya çalışırken bocalayan bir genç kızdır. Nermin gibi o da kimsesiz kalmış, köyden teyze ve eniştesinin yanına gelmiştir. Neriman’ın büyükelçi eniştesinin sunduğu geniş eğitim ve yaşam olanaklarının aksine, Ayşe kapıcı olan teyzesinin yanında bir hizmetçi olarak yetişmiştir. Ergenlik çağını döneme kıyasla daha serbest yaşayan bir Rum kadının yanında çalışarak geçirmiştir. Kusursuz yüz hatları ve güzelliğine rağmen Ayşe’deki donuk ifade hiçbir cazibesi veya çekiciliği olmamasına sebep olmaktaydı. Şefkat ve sevgi yoksunluğu Ayşe’nin bunları elde etmek için bir arayışa girmesine sebep olmuştur. Vücudu yapmacık hareketlerle cazip kılmaya çalışması da fayda vermemektedir. Onun cinselliğe olan merakı, sevgiye ve şefkate olan açlığının bir göstergesi olduğu sezdirilmektedir. Cinselliği keşfetmeye çok meraklı bu genç kız Akile Hanım Sokağı’nda çalışmaya başladığı evde ilgi odağı olmak için bir yol keşfeder. Geceleri, ışık açıkken pencerenin önünde soyunarak yoldan geçenlere izlemeye değer bir gösteri sunmaktadır. Bu gösterisi ‘cıbıl gız’ namıyla pencere önünde kamyon şoförlerinin toplanmasına sebep olur. Çıplaklığa yapılan bu tezahüratın tanıklarından biri de Sadi Arslan’dır. O da o günlerde bir gazinoda yapılmaya başlanan striptiz gösterisini izlemek niyetindedir. İnsanların çıplaklığa olan açlığı onu şaşırtır. Onun her iki çıplaklık karşınında da medeni erkek olduğunu kanıtlamaya çalışırcasına soğukkanlılığını korumamsı dikkate değer bir ayrıntıdır. Ayşe’nin bir kez gördükten sonra aşık olduğu ve evlerinde çalışmaya başladıktan sonra tüm hafif meşrepçe hallerini bıraktığı Sadi olgunluğu ve kararlılığıyla idealize edilmiştir. Çıplaklığa gösterilen yoğun ilgiye sebep olarak Sadi yılların kapalılığı ve gizliliğini göstermektedir. Toplumun açılmak, sallanmak ve yuvarlanmak konusundaki heyecanına olumsuz bir tavır takınan yazar, geçmişin kasvetli kapalılığını o gününün dengesiz ve hızlı değişimine kaynak göstermektedir.
İdeal adam Sadi, Taşra zengini patronuyla ilişkisindeki kendine güvenen tavrıyla ön plana çıkar. Sadi’nin striptiz gösterinse ikinci kez sürüklenmesine neden olan patronu soyunmakta olan kızın gösterisinin bir parçası olmuştur. Bunun sonucundaki utancı ve karısına duyduğu korkusu bu gösteriyi izlemekteki arzusu kadar büyük olmuştur. Patron İsmail Bey ve karısı sonradan görmelerin tipik bir örneğidir. Gösterişli evleri ve her şeyde abartıya kaçan zevkleri vardır. Sadi’nin ailesi, Samim Bey’ler gibi saygın fakat pek de varlıklı sayılmayan kimselerle ahbaplıklar kurmakta ve çevrelerini genişletme çabasındaydılar. Samim Bey ve Sadi’nin babası gibi, eski üst düzey devlet görevlileri ise işportacılıktan milyonerliğe yükselen bu adamın zekasını ilgiye ve saygıya değer bulmaktaydılar. Bu detaydan eski Demokrat Parti milletvekili Halide Edib’in her mahalleden bir tane çıkacağı vaat edilen bu milyonerlere tepeden bakan fakat yine de kucak açmakta sakınca görmeyen tavrı anlaşılabilir.
Sadi’nin evlenmek hiç aklında yokken karşısına çıkan Serin Esen’de üst tabakaya ait, iyi eğitimli bir genç kadındır. Erkeksi sayılabilecek görünümü (kısa saçlar ve sade kılık kıyafet) ve güçlü karakteriyle Gülbeyaz’ın çizdiği portrenin bir benzeridir. Hem iş hayatında hem de cemiyet hayatında erkelerle yan yana gelmekte, çeşitli organizasyonları düzenlemektedir. Halen evlidir ve bir kız çocuk sahibidir. Boşanma sürecindedir ancak çocuğunun vekâletini alamamak düşüncesi onu boşanmadan vazgeçirebilecek kadar korkutmaktadır. Onun durumunda evliliğe dair yapılmış olan yorumların hepsi tekrar gözden geçirilmektedir. Modern bir kadın olan Serin’in boşanması son derece haklı gösterilmektedir. Kendi ayakları üstünde durabilen bu kadın, çocuğunun velayetini alabilmiş, kendi ailesi ve Sadi’nin ailesinin onayını alarak yeniden bir aşk evliliği yapabilmiştir. Değerlerdeki değişime ancak kişilerin güçlü karakterleri ve sağlıklı bireyler olmaları halinde olumlu bir tavır takınan yazar insanların içindeki iyiliğe dair inancını kaybetmediğini bu şekilde göstermiştir. Bir yandan da yer yer ortaya çıkan memnuniyetsizliğine rağmen değişime boyun eğmiş gibidir.
Değişen Çağa Farklı Bakış Açıları
Yazar okuyucuyu Emirgan’daki kahvede caz havaları çalınmakta, danslar edilmekteydi. Yeni devir hakkında düşünen üç kişinin zihnine de davet etmektedir. Bu sayede dönemin farklı düşünce yapısındaki tiplerini ve onların bakış açılarını göstermektedir.
Bunlardan birincisi takkeli, sivri sakallı, yaşlıca bir adamdır. Güzel Boğaziçi’ne bu denli hareketli oyun havalarını bir türlü yakıştıramamakta ama yeni neslin sadece oyun havalarını talep ettiğini düşünmektedir. Ancak Arapların gizli şehevi isteklerinin sembolü tabir ettiği cinsten boyun kırma, omuz titretme tarzındaki oyun havalarını da yakıştıramamaktadır. Boğaziçi’ne tek yaraştırabildiği Itri’nin, Suyolcuzade’nin aşkı ele aldıkları eserlerdir. Ortada dans etmekte olanların bu denli köklerinden kopmuş olmalarına sitem etmekte, ‘hoplayıp zıplamalarını’ onaylamamaktadır. Ortada ‘hoplayıp zıplamakta’ olanlar o esnada Nermin ve Dick’tir. Yazar bu ihtiyarın düşüncelerine kulak misafiri olmayı parantez içinde “bundan sonraki sankiler yazılamaz. Bırakın bütün o sankilerin sonu ihtiyarın örümcekli kafasında kalsın” diyerek sonlandırır. Bu karakterin birdenbire yazar tarafından sözünün kesilmesi dikkate değerdir. Onu susturması Halide Edib’ in anlatıcı olarak duruma müdahale ettiği izlenimi uyandırır.
Bu ihtiyarın ardından ‘Tanzimat kalıntısı’ bir Boğaziçi Bey’inin zihnine misafir olunur. Önünde melon şapkasıyla, üstünde yaşanılan İstanbul topraklarının Bizans’tan Osmanlı’ya ve oradan da o güne 50’lerdeki Türkiye’ye yaşadığı değişimleri, gördüğü kılık kıyafetleri düşünmektedir. Dış görünüşün ve kılık kıyafetin önemine epeyce inanmakta olan bir İstanbul beyefendisidir. Merakı bundan sonraki zamanlarda Boğaz’ın nasıl kılık kıyafetler göreceği, ne tür müziklerle çınlayacağıdır. Yeleğini her zaman giyen, boyunbağını eksik etmeyen bu adam için gençlerin rahat kılığı pek de hoş değildir. Bu İstanbul beyefendisi içinden Tevfik Fikret’in ‘Sis’ini okumaktadır. Sis şiirinde konu edilen değişen değerler ve toplum eleştirisi bu adamın kendi dönemine dair duyduğu kaygıyı dile getirmesi için uygun bir örnektir ve hoş bir detaydır.
“ Munis, fakat en kirli kadınlar gibi munis,
Üstünde coşan giryelerin hepsine bihis.”
O sırada kapıdan girmekte olan bir ‘Hacıağa’nın yani taşralı bir yeni zenginin zihnine sızılır.
Hacıağa, pistte dans etmekte olan gençlere özenerek ve onaylayarak bakarken köylü kılığını ve tavırlarını değiştirmeyen karısını değiştirme planları yapmaktadır. Kendi yanına yakıştırdığı müstakbel eş ise on sekizlik İstanbullu bir güzel olmalıdır. Bu eş sayesinde zenginliğinden aldığı gücü kalıcı kılabilecek, ortada dans etmekte olan onun için modernliğin simgesi bu gençlerin arasına karışabilecektir. Geçmişte kalmış iki yaşlı adamın aksine taşrayı temsil eden bu adam yenileşmeyi ve değişikliği canı gönülden desteklemekte ve parçası olmayı istemektedir. Her üç tipin zihinlerinde de yozlaşan değerlerin muhakemesi yapılmaktadır.
Samim Bey’in Sallan-Yuvarlan adını ilk duyduğunda yapmış olduğu yorum ise dönemin ruhunu ve yaşanan değişimi yansıtan bir özet gibidir.
“Bizler eskiden hayat boyunca olduğumuz yerden yükselmeğe çalışan gençlerdik… Konsolos, elçi, büyükelçi, bir de en yüksek bildiğimiz Vekâlet sandalyesine sıçrayabilmek için mebus bile olurduk. Fakat artık geri dönmek sırası geldiğini anlar anlamaz gözlerimiz geçmiş hayallere çevrilirdi. Şimdi geçmişle rabıtamız tamamıyla kesilmiş gibi. Karışık bir zaman. Mamafih, geçmişin bazı kalıntıları, hayatta yüklendiğimiz vazifeyi bile bize unutturdu. İstikbal bahsine gelince, değil bizler, gençler bile onu ellerine alamıyorlar. Hatta Amerika dedikler dünyanın en genç ve iyimser milleti bile ne arkaya, ne öne bakabiliyor. Herkes olduğu yerde sallanıyor, olduğu yerde yuvarlanıyor yahut etrafındakileri sallıyor, yuvarlıyor…”
Bir başka konuşmasında emekliye ayrılmış devletler dediği İngiltere ve Fransa’ya karşılık Amerika’yı genç ve iyimser bulan Samim Bey Halide Edib’in dünya politikası üzerine düşüncelerini seslendirmesine aracı olmaktadır.
Halide Edib’in pek çok umut bağladığı Amerikan kültürü ve anlayışının beklentilerini yeterince karşılamadığı bu eserdeki yorumlarından anlaşılabilmektedir. ‘Sallan- yuvarlan’ ı tüm insanlığı ele geçiren bir histeri gibi itham etmesi de Nermin’in ağzından olmuştur. Tüm serzenişler Halide Edib’in tam karşılanmayan beklentileri ve hayal kırıklarının ifadesi olarak yorumlanabilir.
3 SONUÇ
Sonuç olarak kişilerin çokluğuna ve kişilerarası karmaşık ilişkiler örgüsüne rağmen eser, anlatmak istediği Türkiye ve kadın gerçeğini son derece detaylı ve anlaşılır bir biçimde vermektedir. Kadın gerçeğini ancak bu denli çok ve çeşitli kadın karakterlerinin varlığıyla anlatmak mümkündür. Her sosyal sınıftan, eğitim düzeyinden, türlü yaşam deneyiminden ve meşrepten kadın Türkiye’nin 50’li yıllardaki atmosferini solutmaktadır. Bu atmosferde, Amerikan kültürünün müzikte, eğlencede, ekonomide etkisi yoğun olarak hissedilmektedir. Halk zenginleşmeye çalışır ve Batı’ya –Amerika’ya ayak uydurmaya çalışırken bir tür değerler bocalamasından geçmektedir. Kadın erkeği, zengini fakiri, eğitimlisi veya eğitimsiziyle Türk halkının kadın erkek ilişkilerine, evliliğe, çıplaklık- namus gibi kavramlara geleceğe ve geçmişe dair yaşadığı tüm deneyimler, bu romanda akıcı ve anlaşılır bir dille anlatılmıştır.
Halide Edib’in önceki eserlerinde karşılaşılan güçlü ve yazarın inandığı değerlerin temsili tek bir kadın karakter bu eserde yoktur. ‘O’ kadın pek çok farklı kişiye ve kişiliğe bölünmüştür. Bu eserde modern ‘kadınlık’ kavramının bir tür şablonu çizilmeye çalışılmış gibidir. Kılık kıyafetlerinden eğitimlerine, evliliklerinden, çalışma hayatına kadar pek çok kadının hayatından kesitler sunarak eser Türk romanında 50’li yıllardan sonra karşımıza çıkabilecek pek çok farklı kadın karakterinin ilk örneklerini vererek kendine önemli bir yer edinebilmiştir.
KAYNAKÇA
1) Halide Edip Adıvar, Akile Hanım Sokağı, İstanbul, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık ve
Kağıtçılık Ltd.Şti., 1958.
0 GİRİŞ
Halide Edib Adıvar’ın kaleme aldığı Akile Hanım Sokağı 1, 1957-58 yılları arasında Hayat Mecmuasında tefrika edilmiştir. 1958’de kitap olarak yayınlanmıştır. Eser üç kısımdan oluşmaktadır: Akile Hanım Sokağı, Sallan ve Yuvarlan ve Cıbıl Gız (Strip- Tease). Bu üç bölüm birbirinden bağımsız öyküler olarak da ele alınabilinecek niteliktedir.
Birinci bölümde kısaca sokak ve sokağa misafir olarak gelmiş olan Ankaralı bir çift okuyucuya tanıtılmaktadır. Nermin ve Tarık’ın evlilikleri, ilişkilerinin başlangıcı, yeni ortaya çıkan bir problem ve Nermin’in sokağa adını veren Akile Hanım’la olan arkadaşlığı –Akile Hanım- bu bölümde anlatılır. İkinci bölüm birincinin devamı kabul edilebilir. Nermin’ in teyzesi Ayşe Hanım ve eniştesi Samim Bey’in evlilikleri ve yaşadıkları sarsıcı deneyim bu bölümün konusudur. Samim Bey’in geçmişteki gayri meşru bir ilişkiden sahip olduğu kızı tıbbiyeli Gülbeyaz’ın varlığı ve onun hüzünlü geçmişi anlatılır. Ayşe Hanım, Samim Bey’in Gülbeyaz’a ilgisini önceleri yanlış anlamış ve gerçekleri öğrendikten sonra evlilikleri zor bir sınavdan geçmiştir. Sonuç olarak çift bu genç kızı evlat edinmiştir. Kızın annesi hizmetçileri Güzide ise olaylar açığa çıktıktan sonra intihar etmiştir. Sallan-Yuvarlan adlı bu bölümde; Türkiye’nin değişmekte olan kültürel atmosferi üzerine farklı karakterlerin ağzından saptamalara yer verilir. Olaylar ve kişiler Nermin’in çevresinde yoğunlaşmıştır. Onun gözünden 50’lerin Türkiye’sine, evliliklere, danslara, toplantılara tanık olunur. Nermin’in yerini bir erkek; genç, prensip sahibi, çalışkan ve namuslu bir Cumhuriyet mühendisi almıştır. Bu mühendis ve onun tam zıttı kabul edilebilecek taşralı, eğitimsiz, cinselliği keşfetmeye meraklı bir hizmetçi kızın hayatlarının bir noktada kesişmesini anlatır. Kadın çıplaklığına, cinselliğine, evlilik ve boşanma üzerine toplumun farklı bireylerinin yorum ve düşünceleri bu bölümde dillendirilir. Dönemin göze batan özelliklerinden biri olarak her mahallede türeyen taşralı zenginlere bir örnek de bu hikâyenin içinde yer almaktadır.
Bu üç öyküyü bir roman haline getiren ortak öğe esere adını veren Akile Hanım Sokağı’dır. Sokak adeta cumhuriyet öncesi ve sonrası değişimlerle çalkalanan, içinde bolca tezat barındıran, gelişmek çabasındaki Türkiye’nin bir sembolü gibidir. Farklı kesimlerden ve yaşlardan kadın karakterler sayesinde kadının konumu ve geçirdiği evrimi gözlemek mümkündür.
Üç kısımda anlatılan bu hikâyeler de pek çok karakterin yaşam döngüsünü işlenmiştir. 50’lerin getirdiği değişim ile Amerikan kültürü ve yaşam tarzının tüm kesimler üzerindeki etkisi ortaya konmuş, farklı bakış açılarıyla ele alınmış ve eleştirilmiştir.
Eser yoğun bir ilişkiler yumağı olsa da hikâyeler bazı karakterler üzerinde yoğunlaşmıştır. Bir ve ikinci kısımda üç farklı kadın aldatılma endişesi ve acısıyla yüzleşmektedirler. Bunlar, Nermin Hanım, Teyzesi Ayşe Hanım ve mahallenin becerikli, iş bilir kâhyası Akile Hanım’dır. Nermin ve Ayşe Hanımlar batı terbiyesinin, Amerikanvari yaşam tarzının ve daha üst bir sınıfın temsilcileri iken, Akile Hanım Anadolu’nun güçlü, becerikli, anaç, eğitimsiz fakat parlak zekâlı, çalışan kadınının bir temsilcisi konumundadır. Genç kadınlar cephesindeyse üç farklı kadınla daha karşılaşılır. Bunlar; Tıbbiyeli Gülbeyaz, ‘Cıbıl Gız’ Ayşe ve Serin Esen’dir. Roman, kadın karakterlerin kimliklerini oluşturan öğeler, yaşayışları, kadın-erkek ilişkilerinin dinamikleri; dönemin özellikleri, kadının toplumdaki duruşu ve toplumun geçirdiği değişim hakkında çok geniş bir bakış açısı sağlamaktadır. 50’lerin getirdiği Amerikanlaşmayı ve bunun öncesinde Milli Mücadele dönemini yaşamış olan Halide Edib’in farklı yaş, eğitim düzeyi ve sosyal sınıflardan gelen birkaç neslin kadınlarını seslendirmesi anlamlıdır. Sosyal niteliği yüksek olan bu romanın içerik çözümlemesi bu altı kadın temel alınarak yapılacaktır. Dönemi etkisi altına alan Amerikan kültürü ve dönemin modernleşme anlayışı da incelenecektir.
1 ÖZET
Akile Hanım Sokağı Laleli civarında, üstünde hem geçmişten kalan gösterişli konakları hem de arka taraflarında harabe halindeki evleri barındırır. Bu sokaktaki eski ama gösterişli bir beyaz konakta yaşayan teyzesine birkaç aylığına ziyarete gelmiş olan Nermin’in tutkusuz evliliği Dışişleri mensubu eşi Tarık’ın onu aldatması şüphesiyle çalkalanmaktadır. Tarık’ın çıkmak üzere olduğu Roma seyahatine götürülmeyişi ve güzel daktilo Sevim’in varlığı onu huzursuz etmektedir. Orada bulunduğu sürede huzursuzluğunu bastırmak için sokak sakinlerinden Akile Hanım’ı tanımak ister. Akile Hanım bu sokaktaki kırmızı kerpiç bir konağın emektar kâhyası durumundadır ancak bilgeliği ve iş bitiriciliyi sayesinde mahallelinin sevgisi ve saygısını kazanmıştır. Sokak resmi adı göz ardı edilerek onun adıyla anılmaktadır. Nermin ile Akile Hanım’ın ahbaplığı ilerlerken bu iki konağın sakinlerinin hayatları birbirleriyle kesişmektedir.
Kırmızı konakta yaşayan doktorların yanında sığıntı olarak yaşayan gururlu, çalışkan ve güzel Tıbbiyeli Gülbeyaz doktora asistanlık etmekte, mahallenin hastalarının yardımına koşmaktadır. Samim Bey’in bu kıza ilgisi Ayşe Hanım’ı çileden çıkarmaktadır. Bu ilgi herhangi bir arzu ifadesi değildir. Gülbeyaz, Samim Bey’in memleketinden uzakta, sarhoş ve zayıf bir anında hizmetçileri Güzide’den olma gayrimeşru çocuğudur. Yaşlı çift bu genç kızı evlat edinir. Nermin ise Tarık’tan daktilo Sevim’in bir Amerikalıyla nişanlandığını haber veren bir mektup alır ve rahatlar”. Nermin’in Tarık’ın onu aldattığını düşünmeye başladığından beri Tarık’ın Nermin’e karşı artan ilgisi ve tutkusu bu son mektupta da sürmektedir. İkinci kısım bu mektupla sona erer.
Cıbıl Kız kısmında Sadi Arslan, gazinolarda yeni yapılmaya başlayan ‘cıbıl gız’ numarasını seyretmeye gideceği günlerde Akile Hanım sokağındaki konakta bir hizmetçi kızın pencere önünde soyunarak evin önüne kamyon şoförlerini toplamasına şahit olur. Bu kız; köy kökenli, eğitimsiz, Rum bir ailenin yanında çalışmış, cinselliğini keşfetmek arzusunda bir hizmetçidir. Sadi, sokak satıcılığından milyonerliğe yükselmiş taşra zengini bir patronla çalışmaya başlamıştır. ‘Cıbıl gız’ lakaplı Ayşe de Sadi’nin annesinin yanında hizmetçilik yapmaktadır; Sadi’ye âşık olmuştur. Rahat tavırlarından vazgeçmiş ve son derece ağırbaşlı hareket etmeye başlamıştır. Evlenmeyi hiç düşünmeyen Sadi ise bir toplantı da eşinden boşanmak üzere, bir kız çocuğu sahibi güçlü ve modern bir kadın olan Serin Esen’le tanışır. Serin ve Sadi evlendiklerinde hizmetçi Ayşe ‘cıbıl kız’, kendini çıplak halde evin çatısından atarak intihar eder. Bu girişimi sonucunda Ayşe hayatını kaybetmez. Geçmişte pencere önünde soyunması ve bu intiharı bir gazete haberine konu olur. Serin ve Sadi’nin de evlilikleri ve gelecek planları bir gazete haberiyle verilir. Roman bu iki gazete haberi metniyle sona erer.
2 İÇERİK İNCELEMESİ
50’li Yıllarda Halide Edip’ in Türk Kadınları
‘Akile Hanım Sokağı’ adı belediyenin verdiği resmi ad ‘Ahmetkemal Sokak’ la tutarsızlık gösterir. Bu durum, konaklar ve izbeler, zenginler ve fakirler, eğitimliler ve eğitimsizler gibi tezatlar barındıran sokağın durumu da desteklemektedir. Bir kahya kadını, sokağı adıyla anacak kadar saydıran yazar bu eserde kadının o yıllarda edindiği yer ve konumu anlatmak için güzel bir başlangıç hazırlar.
Akile Hanım’ın saygınlığının bu derece yüksek oluşu Milli Mücadele sonrasında kadının değerinin yükseldiğinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Akile Hanım eğitimsizdir, Balkan kökenli, Ege yöresinden İstanbul’a gelmiş bir Anadolu kadınıdır. Halen evlidir ancak kocası bir başka kadınla metres hayatı sürmektedir. Akile evliliğinin başından beri dominant bir kadın olmuştur. Beceriklidir ve kendine çalıştığı fabrikada ve yaşadığı çevrede kontrolü altına alabildiği bir muhit edinmiştir. Kocası onun bu baskın ve güçlü karakterinden, dişilikten uzak yapısından hem kopamamış hem de kendisinin baskın olabileceği bir işçi kadınla gayrimeşru bir ilişki yaşamaktadır. Bu ilişkide Halide Edip her ne kadar Akile Hanım’ın vakarını ve eşine karşı takındığı soğukkanlı tavrı yüceltse de, onun kadınlık vasıflarını ortadan kaldırmıştır. Bunların yokluğunu onu güçlü kılan tarafmış gibi sezdirmiştir. Evliliğini boşanmayla sonlandırmamasına sebep olarak da Akile Hanım evliliğin bir kez yapılacak bir şey olmasını gösterir. O yıllarda başlayan ve sıkça karşılaşılmaya başlanan boşanma olaylarını tasvip etmediğini de dile getirmiş olur. Bu, dönemin değişmekte olan aile ve evlilik anlayışına bir örnek olarak düşünülebilir.
Milli mücadele dönemi kadını imajını uyandıran Akile Hanım da, kocasının yıllar önceki ihanetini sineye çekip evliliğini kocasının gayrı meşru çocuğunu evlat edinerek sürdüren, Osmanlı’nın kültürel ağırlığını temsil eden Ayşe Hanım da, geçmişin değerlerini sürdürmekte ve aile bütünlüğünü korumaktadırlar. Modern Dönemin temsilcisi kabul edebileceğimiz Serin Esen ise eşinden boşanmış, çocuğunun varlığına rağmen Sadi Arslan ile bir aşk evliliği yapmaya hazırlanmaktadır.
Bahsedeceğim kadın karakterler arasında iki anneden biri olan Akile Hanım, iki oğlunu alarak İstanbul’a gelmiş ve onları yetiştirmiştir. Anneliğinin bir gereğiymişçesine kadınlığının ortadan kalması günümüze kadar uzanan anne imajının dönemin özellikleriyle de bağdaşan tarafıdır. Gayri meşru bir çocuk sahibi olan Güzide de aynı şekilde kadınsılıktan uzak bir insan olarak ele alınmıştır. Sadi’nin annesi de eser de sözü edilen bir başka anne olarak evladına ve eşine huzur veren bir kadın oluşuyla övülür. Tüm bu kadınlar annelik rolleriyle ön plana çıkar. Çocuğu olmayan Nermin ve Ayşe Hanım kılık kıyafetleri, güzellikleri, şıklıklarıyla ve kocalarını kıskanmak gibi son derece kadınsı ve insani tepkileriyle ve naif olarak anlatılırlar.
Nermin ve Ayşe Hanım karakterleri Halide Edib’le bazı biyografik benzerlikler gösterirler. Bu iki karakter de yazarın kendi sosyal çevresinden, belki arkadaşlarından biri olabilecek tiplerdir. Emekli bir büyükelçinin karısı olan Ayşe Hanım eğitimli, kılığına kıyafetine dikkat eden, batılı tarzdaki bir yaşam tarzına uyum sağlamış, pek çok kez yurtdışında yaşama fırsatı yakalamıştır. Yaşı itibariyle Osmanlı’nın son dönemlerini görmüş ve genç cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etmiştir. Milli Mücadele’de nerede olduğu ve yaptığı hakkında hiçbir detay verilmemiş olması ilginçtir. Ancak eşi Samim Bey’in siyasi hatıratını kaleme aldığı ve bunda İstiklal Mücadelesi, öncesi ve sonrasını konu aldığı detayı verilmiştir.
Nermin Hanım küçük yaşta annesini kaybetmiştir, bu detay yazarın biyografisiyle tutarlıdır. Karakterin subay olan babası annesinin ölümünden sonra evlenmemiş ve Doğu’da hiç bitmeyen ayaklanmaların birinde şehit olmuştur. Annesinin ölümünden sonra teyze ve eniştesi tarafından yetiştirilen Nermin batı tarzında, iyi bir eğitim almıştır. Çocukluğunun ve genç kızlığının bir kısmını da Washington’da geçirmiştir. Halide Edib’in son dönem eserlerinden sayılabilecek olan bu eserde, hala kendi çocukluğunun hesaplaşılamayan detaylarına yer verdiği görülmektedir. Annesini erken yaşta kaybeden yazarı, babasının evlilikleri derinden etkilemiştir. Nermin karakterin şehit babasına, kendi babasının tam tersi bir kimlik yaratması anlamlıdır. Halide Edib’in tam tersine benzeterek yapmış olduğu bu değişiklik, insan psikolojisi göz önüne alındığında geçmişini kabullenme çabasının bir örneği olarak düşünülebilir.
Nermin, Akile Hanım Sokağı’na geldiğinde sokak sakinlerine, özellikle de Akile Hanım’a karşı merak beslemektedir. Onun bu merakını teşvik ederken eniştesi ona, geçmişte hikâyeci olmak isteğini hatırlatır ve bunun hikâye yazmak için bir başlangıç olabileceğini belirtir.
Nermin’in pek de tutkulu ve aşkla başlamayan evliliğinin, mantığa dayalı ilişkisi Nermin ağzından yüceltilmiştir ama tatmin edici olmadığı da bir yandan vurgulanmaktadır. Son derece anlayışlı, modern, olgun, işinde başarılı ve yükselmekte olan bir dış işleri görevlisi olan Tarık, Nermin’e rahat bir yaşam ve huzur temin eder. Halide Edib’in ikinci evliliğini yapmış olduğu Adnan Adıvar’la olan ilişkisinin dinamikleri bu karakterlere yansımıştır.
Bu benzerliklerin ötesinde, Nermin karakteri üzerinden Halide Edib’in o dönemde yaşanmakta olan değişimlere dair düşüncelerini öğrenmek mümkündür. Eşinin yurtdışı görevi öncesinde olası bir sadakatsizlik şüphesi Nermin’in zihninin ‘acaba’larla istila edilmesine sebep olmuştur. Bunu takip eden birbirlerinden uzak kaldıkları dönemde ise Nermin zaman zaman geciken veya kısa kesilmiş mektuplara olan öfkesini teyze ve eniştesinin evinde yapılan davetlerde Amerikalı Dick Jones’la flört ederek ya da bunu yapmanın planlarıyla yatıştırır. Güzelliğine yapılan iltifatları teveccühle kabul eder. Hatta Tarık’ın Roma’dan yazdığı bir mektupta bahsettiği yeni müzik türü Rock’n Roll yani Sallan-Yuvarlan ile dönemine göre oldukça serbest kaçabilecek bir dans yaparlar. Tarık’ a olan kıskaçlığına yenik düşer ve Dick’le Emirgan’da bir kahvedeki gündüz toplantısında Sallan-Yuvarlan eşliğinde dans ederler, çok hareketli olan bu dans esnasında, bu dansın doğası gereği Nermin’in bacaklarının dizden yukarısı görülür. Bu çıplaklık Nermin’e oldukça farklı duygular yaşatır fakat baskın gelen vicdan azabıdır. Eniştesi neşeyle dansı izlerken, bu çıplaklık hadisesi Ayşe Hanım’ın yüzünün bulutlanmasına sebep olur. O bu durumu tasvip etmez. Bu tavırdan modern bir hayat sürmekte olsa da Ayşe Hanım’ın yeni devrin getirdiği açıklık ve değişikliğe pek de ayak uydurmaya niyetli olmadığı anlaşılabilir. Oysa onun da dekolte elbiseler giymiş olduğu çeşitli yerlerde belirtilmiş olsa da dansla gelen teşhiri bayağı bulduğu düşünülebilir. Bu nokta da Halide Edib bu vesileyle fikrini söylemiş olabilir. Pek çok eserinde ‘modern kadın’ portreleri çizmiş olan yazar bu eser de ‘son yılların getirdiği değişikler karşında modern kadın’ı ele almaktadır.
Temsil ettikleri yeni değerlerle kategorize edilebilecek genç kadın karakterlerden de söz etmek gerekmektedir. Öncelikle Nermin, teyzesi ve eniştesinin hayatlarında büyük bir drama sebebiyet seven Tıbbiyeli Gülbeyaz’ı ele almak yerinde olacaktır. Bu kendini mesleğine adamış yardımsever genç kız oldukça güç bir çocukluk geçirmiştir. Anne ve babası olmadığını bildiği ve onu sık sık rencide eden bir aile ile uzun yıllar bir arada yaşamış, hiç şefkat görmemiştir. Sürekli ait olduğu ailenin hayalini kurmakta, bu ailenin ve kendisinin toplumun daha rafine bir kesimine ait olduğuna inanmaktadır. Oldukça gururlu bir genç kızdır. Onu hayatı boyunca kollamış olan Güzide, yakın zamanda onu bir konakta yaşamakta olan iyi bir doktor ve karısının yanına yerleştirmiştir. Doktor onun mesleki gelişimi ön planda tutmakta hatta zaman zaman zorlamaktadır. Yıllar süren ezilmişliğin ardından hocasına çok saygı duyan Gülbeyaz, doktorun eşiyle de son derece iyi anlaşmaktadır. Köklerini bilmemenin verdiği utançtan dolayı aşık olduğu bir meslektaşıyla evlilik hayallerini çöpe atmak üzeredir. Bu hareketinin ardında kendini diğer insanların karşısında asla eksik veya kırılgan durumda bırakmamak isteği vardır. Cumhuriyet değerlerini temsil eden bir karakterdir. İnsanlar için canla başla çalışmakta, gururlu ve sert bir mizaç sergilemektedir. Modernliğin getirdiği herhangi bir yozlaşmanın içinde yer almaz. Emirgan’daki kahve de o da erkek arkadaşı olan Dr. Fevzi’yle oturmaktadır fakat dansa katılmaz. Gülbeyaz kendi iç konuşmalarından Samim Bey ve Nermin’in yaşam tarzlarına imrendiği ve oraya ait olmak istediği anlaşılsa da, bunu mümkün kılacak hiçbir çaba içine girmez. Yazar dönemin gençliğinden beklentilerini Gülbeyaz, Sadi ve Serin üzerinden özetlemiştir.
Üçü de soğukkanlı, üretken, hızla değişen çağın yozlaşmasına karşın milli, insani ve ahlaki değerlerini koruyan bireylerdir. Aldıkları iyi eğitim sayesinde yeniliklere öncü ve açıktırlar. Evlilik konusundaki fikirleri aileye, topluma saygılı olduklarını ve bunları önemsediklerini gösterir. Aşkı ve mantığı neredeyse eşit miktarlarda denkleme katmaya çabaları Halide Edib’in pek çok romanında kendini gösteren ideal evlilik formülasyonunu anımsatmaktadır
Taşralı Ayşe ‘cıbıl gız’ ise İstanbul’daki hayata adapte olmaya çalışırken bocalayan bir genç kızdır. Nermin gibi o da kimsesiz kalmış, köyden teyze ve eniştesinin yanına gelmiştir. Neriman’ın büyükelçi eniştesinin sunduğu geniş eğitim ve yaşam olanaklarının aksine, Ayşe kapıcı olan teyzesinin yanında bir hizmetçi olarak yetişmiştir. Ergenlik çağını döneme kıyasla daha serbest yaşayan bir Rum kadının yanında çalışarak geçirmiştir. Kusursuz yüz hatları ve güzelliğine rağmen Ayşe’deki donuk ifade hiçbir cazibesi veya çekiciliği olmamasına sebep olmaktaydı. Şefkat ve sevgi yoksunluğu Ayşe’nin bunları elde etmek için bir arayışa girmesine sebep olmuştur. Vücudu yapmacık hareketlerle cazip kılmaya çalışması da fayda vermemektedir. Onun cinselliğe olan merakı, sevgiye ve şefkate olan açlığının bir göstergesi olduğu sezdirilmektedir. Cinselliği keşfetmeye çok meraklı bu genç kız Akile Hanım Sokağı’nda çalışmaya başladığı evde ilgi odağı olmak için bir yol keşfeder. Geceleri, ışık açıkken pencerenin önünde soyunarak yoldan geçenlere izlemeye değer bir gösteri sunmaktadır. Bu gösterisi ‘cıbıl gız’ namıyla pencere önünde kamyon şoförlerinin toplanmasına sebep olur. Çıplaklığa yapılan bu tezahüratın tanıklarından biri de Sadi Arslan’dır. O da o günlerde bir gazinoda yapılmaya başlanan striptiz gösterisini izlemek niyetindedir. İnsanların çıplaklığa olan açlığı onu şaşırtır. Onun her iki çıplaklık karşınında da medeni erkek olduğunu kanıtlamaya çalışırcasına soğukkanlılığını korumamsı dikkate değer bir ayrıntıdır. Ayşe’nin bir kez gördükten sonra aşık olduğu ve evlerinde çalışmaya başladıktan sonra tüm hafif meşrepçe hallerini bıraktığı Sadi olgunluğu ve kararlılığıyla idealize edilmiştir. Çıplaklığa gösterilen yoğun ilgiye sebep olarak Sadi yılların kapalılığı ve gizliliğini göstermektedir. Toplumun açılmak, sallanmak ve yuvarlanmak konusundaki heyecanına olumsuz bir tavır takınan yazar, geçmişin kasvetli kapalılığını o gününün dengesiz ve hızlı değişimine kaynak göstermektedir.
İdeal adam Sadi, Taşra zengini patronuyla ilişkisindeki kendine güvenen tavrıyla ön plana çıkar. Sadi’nin striptiz gösterinse ikinci kez sürüklenmesine neden olan patronu soyunmakta olan kızın gösterisinin bir parçası olmuştur. Bunun sonucundaki utancı ve karısına duyduğu korkusu bu gösteriyi izlemekteki arzusu kadar büyük olmuştur. Patron İsmail Bey ve karısı sonradan görmelerin tipik bir örneğidir. Gösterişli evleri ve her şeyde abartıya kaçan zevkleri vardır. Sadi’nin ailesi, Samim Bey’ler gibi saygın fakat pek de varlıklı sayılmayan kimselerle ahbaplıklar kurmakta ve çevrelerini genişletme çabasındaydılar. Samim Bey ve Sadi’nin babası gibi, eski üst düzey devlet görevlileri ise işportacılıktan milyonerliğe yükselen bu adamın zekasını ilgiye ve saygıya değer bulmaktaydılar. Bu detaydan eski Demokrat Parti milletvekili Halide Edib’in her mahalleden bir tane çıkacağı vaat edilen bu milyonerlere tepeden bakan fakat yine de kucak açmakta sakınca görmeyen tavrı anlaşılabilir.
Sadi’nin evlenmek hiç aklında yokken karşısına çıkan Serin Esen’de üst tabakaya ait, iyi eğitimli bir genç kadındır. Erkeksi sayılabilecek görünümü (kısa saçlar ve sade kılık kıyafet) ve güçlü karakteriyle Gülbeyaz’ın çizdiği portrenin bir benzeridir. Hem iş hayatında hem de cemiyet hayatında erkelerle yan yana gelmekte, çeşitli organizasyonları düzenlemektedir. Halen evlidir ve bir kız çocuk sahibidir. Boşanma sürecindedir ancak çocuğunun vekâletini alamamak düşüncesi onu boşanmadan vazgeçirebilecek kadar korkutmaktadır. Onun durumunda evliliğe dair yapılmış olan yorumların hepsi tekrar gözden geçirilmektedir. Modern bir kadın olan Serin’in boşanması son derece haklı gösterilmektedir. Kendi ayakları üstünde durabilen bu kadın, çocuğunun velayetini alabilmiş, kendi ailesi ve Sadi’nin ailesinin onayını alarak yeniden bir aşk evliliği yapabilmiştir. Değerlerdeki değişime ancak kişilerin güçlü karakterleri ve sağlıklı bireyler olmaları halinde olumlu bir tavır takınan yazar insanların içindeki iyiliğe dair inancını kaybetmediğini bu şekilde göstermiştir. Bir yandan da yer yer ortaya çıkan memnuniyetsizliğine rağmen değişime boyun eğmiş gibidir.
Değişen Çağa Farklı Bakış Açıları
Yazar okuyucuyu Emirgan’daki kahvede caz havaları çalınmakta, danslar edilmekteydi. Yeni devir hakkında düşünen üç kişinin zihnine de davet etmektedir. Bu sayede dönemin farklı düşünce yapısındaki tiplerini ve onların bakış açılarını göstermektedir.
Bunlardan birincisi takkeli, sivri sakallı, yaşlıca bir adamdır. Güzel Boğaziçi’ne bu denli hareketli oyun havalarını bir türlü yakıştıramamakta ama yeni neslin sadece oyun havalarını talep ettiğini düşünmektedir. Ancak Arapların gizli şehevi isteklerinin sembolü tabir ettiği cinsten boyun kırma, omuz titretme tarzındaki oyun havalarını da yakıştıramamaktadır. Boğaziçi’ne tek yaraştırabildiği Itri’nin, Suyolcuzade’nin aşkı ele aldıkları eserlerdir. Ortada dans etmekte olanların bu denli köklerinden kopmuş olmalarına sitem etmekte, ‘hoplayıp zıplamalarını’ onaylamamaktadır. Ortada ‘hoplayıp zıplamakta’ olanlar o esnada Nermin ve Dick’tir. Yazar bu ihtiyarın düşüncelerine kulak misafiri olmayı parantez içinde “bundan sonraki sankiler yazılamaz. Bırakın bütün o sankilerin sonu ihtiyarın örümcekli kafasında kalsın” diyerek sonlandırır. Bu karakterin birdenbire yazar tarafından sözünün kesilmesi dikkate değerdir. Onu susturması Halide Edib’ in anlatıcı olarak duruma müdahale ettiği izlenimi uyandırır.
Bu ihtiyarın ardından ‘Tanzimat kalıntısı’ bir Boğaziçi Bey’inin zihnine misafir olunur. Önünde melon şapkasıyla, üstünde yaşanılan İstanbul topraklarının Bizans’tan Osmanlı’ya ve oradan da o güne 50’lerdeki Türkiye’ye yaşadığı değişimleri, gördüğü kılık kıyafetleri düşünmektedir. Dış görünüşün ve kılık kıyafetin önemine epeyce inanmakta olan bir İstanbul beyefendisidir. Merakı bundan sonraki zamanlarda Boğaz’ın nasıl kılık kıyafetler göreceği, ne tür müziklerle çınlayacağıdır. Yeleğini her zaman giyen, boyunbağını eksik etmeyen bu adam için gençlerin rahat kılığı pek de hoş değildir. Bu İstanbul beyefendisi içinden Tevfik Fikret’in ‘Sis’ini okumaktadır. Sis şiirinde konu edilen değişen değerler ve toplum eleştirisi bu adamın kendi dönemine dair duyduğu kaygıyı dile getirmesi için uygun bir örnektir ve hoş bir detaydır.
“ Munis, fakat en kirli kadınlar gibi munis,
Üstünde coşan giryelerin hepsine bihis.”
O sırada kapıdan girmekte olan bir ‘Hacıağa’nın yani taşralı bir yeni zenginin zihnine sızılır.
Hacıağa, pistte dans etmekte olan gençlere özenerek ve onaylayarak bakarken köylü kılığını ve tavırlarını değiştirmeyen karısını değiştirme planları yapmaktadır. Kendi yanına yakıştırdığı müstakbel eş ise on sekizlik İstanbullu bir güzel olmalıdır. Bu eş sayesinde zenginliğinden aldığı gücü kalıcı kılabilecek, ortada dans etmekte olan onun için modernliğin simgesi bu gençlerin arasına karışabilecektir. Geçmişte kalmış iki yaşlı adamın aksine taşrayı temsil eden bu adam yenileşmeyi ve değişikliği canı gönülden desteklemekte ve parçası olmayı istemektedir. Her üç tipin zihinlerinde de yozlaşan değerlerin muhakemesi yapılmaktadır.
Samim Bey’in Sallan-Yuvarlan adını ilk duyduğunda yapmış olduğu yorum ise dönemin ruhunu ve yaşanan değişimi yansıtan bir özet gibidir.
“Bizler eskiden hayat boyunca olduğumuz yerden yükselmeğe çalışan gençlerdik… Konsolos, elçi, büyükelçi, bir de en yüksek bildiğimiz Vekâlet sandalyesine sıçrayabilmek için mebus bile olurduk. Fakat artık geri dönmek sırası geldiğini anlar anlamaz gözlerimiz geçmiş hayallere çevrilirdi. Şimdi geçmişle rabıtamız tamamıyla kesilmiş gibi. Karışık bir zaman. Mamafih, geçmişin bazı kalıntıları, hayatta yüklendiğimiz vazifeyi bile bize unutturdu. İstikbal bahsine gelince, değil bizler, gençler bile onu ellerine alamıyorlar. Hatta Amerika dedikler dünyanın en genç ve iyimser milleti bile ne arkaya, ne öne bakabiliyor. Herkes olduğu yerde sallanıyor, olduğu yerde yuvarlanıyor yahut etrafındakileri sallıyor, yuvarlıyor…”
Bir başka konuşmasında emekliye ayrılmış devletler dediği İngiltere ve Fransa’ya karşılık Amerika’yı genç ve iyimser bulan Samim Bey Halide Edib’in dünya politikası üzerine düşüncelerini seslendirmesine aracı olmaktadır.
Halide Edib’in pek çok umut bağladığı Amerikan kültürü ve anlayışının beklentilerini yeterince karşılamadığı bu eserdeki yorumlarından anlaşılabilmektedir. ‘Sallan- yuvarlan’ ı tüm insanlığı ele geçiren bir histeri gibi itham etmesi de Nermin’in ağzından olmuştur. Tüm serzenişler Halide Edib’in tam karşılanmayan beklentileri ve hayal kırıklarının ifadesi olarak yorumlanabilir.
3 SONUÇ
Sonuç olarak kişilerin çokluğuna ve kişilerarası karmaşık ilişkiler örgüsüne rağmen eser, anlatmak istediği Türkiye ve kadın gerçeğini son derece detaylı ve anlaşılır bir biçimde vermektedir. Kadın gerçeğini ancak bu denli çok ve çeşitli kadın karakterlerinin varlığıyla anlatmak mümkündür. Her sosyal sınıftan, eğitim düzeyinden, türlü yaşam deneyiminden ve meşrepten kadın Türkiye’nin 50’li yıllardaki atmosferini solutmaktadır. Bu atmosferde, Amerikan kültürünün müzikte, eğlencede, ekonomide etkisi yoğun olarak hissedilmektedir. Halk zenginleşmeye çalışır ve Batı’ya –Amerika’ya ayak uydurmaya çalışırken bir tür değerler bocalamasından geçmektedir. Kadın erkeği, zengini fakiri, eğitimlisi veya eğitimsiziyle Türk halkının kadın erkek ilişkilerine, evliliğe, çıplaklık- namus gibi kavramlara geleceğe ve geçmişe dair yaşadığı tüm deneyimler, bu romanda akıcı ve anlaşılır bir dille anlatılmıştır.
Halide Edib’in önceki eserlerinde karşılaşılan güçlü ve yazarın inandığı değerlerin temsili tek bir kadın karakter bu eserde yoktur. ‘O’ kadın pek çok farklı kişiye ve kişiliğe bölünmüştür. Bu eserde modern ‘kadınlık’ kavramının bir tür şablonu çizilmeye çalışılmış gibidir. Kılık kıyafetlerinden eğitimlerine, evliliklerinden, çalışma hayatına kadar pek çok kadının hayatından kesitler sunarak eser Türk romanında 50’li yıllardan sonra karşımıza çıkabilecek pek çok farklı kadın karakterinin ilk örneklerini vererek kendine önemli bir yer edinebilmiştir.
KAYNAKÇA
1) Halide Edip Adıvar, Akile Hanım Sokağı, İstanbul, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık ve
Kağıtçılık Ltd.Şti., 1958.
Etiketler:
akile hanim sokagi,
halide edip adivar
Jeff Buckley'i seviyorum!
Sabah Soygunu!
Zaman yaraların icabına bakar, inanabildiğim bu(/yani buna inanabilirim)
Verebileceklerin o kadar çoktu ki, göremeyeceğimi sandın
Vurulabilinecek topuklara hediyeler, aldatan sözler
Bizi bir araya getirebilmek için bunları göndermek zorundaydım
Gözlerin ve vücudun sakin suları aydınlatır, derinde
Değerli kızın yan oda da uykuda
Karşılaştığım her yabancıdan bir ‘iyi geceler öpücüğü’
Bizi bir araya getirebilmek için bunları göndermek zorundaydım
Sabah soygunu, yapmacık ayrılık, nankör
Seni bana getiren gerçek sensin, buraya
Bu aşkı kabul edebildiğimiz yere
Faydasız tarih tarafından paçavraya çevrildi arkadaşlık
Sınanamayan başarısızlık
Neyim ki hala senin için ben?
Senden çalan bir hırsız mı?
Ya da şansı olmayan aptal bir drama kraliçesi?
Aşk bizi ihtiyacımıza götürecek
Kurtarabileceğimiz yere
Sifon ve rezervuar gibi atan bir kalp
Sen bir kadınsın, ben bir dana.
Sen bir penceresin, ben bir bıçak
Şansımızı parlayan bir yıldıza çevirmek için bir araya geldik
Buluş benimle yarın gece, ya da istediğin bir gün
Nasıl veya ne zaman olacağını merak etmeye hakkım yok
Ve bunun bir anlamı olsa da, hiç rahatlatmıyor
Güzel arkadaşımı özlüyorum.
Onu geri getirebilmek için bunları göndermek zorundaydım.
---------------------------------------------
Jeff Buckley- Morning Theft
Time takes care of the wound, so I can believe.
You had so much to give, you thought I couldn't see.
Gifts for boot heels to crush, promises deceived
I had to send it away to bring us back again.
Your eyes and body brighten silent waters, deep.
Your precious daughter in the other room, asleep.
A kiss "Goodnight" from every stranger that I meet.
I had to send it away to bring us back again.
Morning theft, and pretender left, ungrateful.
True Self is what brought you here, to me.
A place where we can accept this love.
Friendship battered down by useless history,
Unexamined failure.
What am I still to you?
Some thief who stole from you?
Or some fool drama queen whose chances were few?
Love brings us to who we need,
a place where we can save
A heart that beats as both siphon and reservoir.
You're a woman, I'm a calf.
You're a window, I'm a knife.
We come together making chance into starlight.
Meet me tomorrow night, or any day you want.
I have no right to wonder just how, or when.
And though the meaning fits, there's no relief in this.
I miss my beautiful friend.
I had to send it away to bring her back again.
Zaman yaraların icabına bakar, inanabildiğim bu(/yani buna inanabilirim)
Verebileceklerin o kadar çoktu ki, göremeyeceğimi sandın
Vurulabilinecek topuklara hediyeler, aldatan sözler
Bizi bir araya getirebilmek için bunları göndermek zorundaydım
Gözlerin ve vücudun sakin suları aydınlatır, derinde
Değerli kızın yan oda da uykuda
Karşılaştığım her yabancıdan bir ‘iyi geceler öpücüğü’
Bizi bir araya getirebilmek için bunları göndermek zorundaydım
Sabah soygunu, yapmacık ayrılık, nankör
Seni bana getiren gerçek sensin, buraya
Bu aşkı kabul edebildiğimiz yere
Faydasız tarih tarafından paçavraya çevrildi arkadaşlık
Sınanamayan başarısızlık
Neyim ki hala senin için ben?
Senden çalan bir hırsız mı?
Ya da şansı olmayan aptal bir drama kraliçesi?
Aşk bizi ihtiyacımıza götürecek
Kurtarabileceğimiz yere
Sifon ve rezervuar gibi atan bir kalp
Sen bir kadınsın, ben bir dana.
Sen bir penceresin, ben bir bıçak
Şansımızı parlayan bir yıldıza çevirmek için bir araya geldik
Buluş benimle yarın gece, ya da istediğin bir gün
Nasıl veya ne zaman olacağını merak etmeye hakkım yok
Ve bunun bir anlamı olsa da, hiç rahatlatmıyor
Güzel arkadaşımı özlüyorum.
Onu geri getirebilmek için bunları göndermek zorundaydım.
---------------------------------------------
Jeff Buckley- Morning Theft
Time takes care of the wound, so I can believe.
You had so much to give, you thought I couldn't see.
Gifts for boot heels to crush, promises deceived
I had to send it away to bring us back again.
Your eyes and body brighten silent waters, deep.
Your precious daughter in the other room, asleep.
A kiss "Goodnight" from every stranger that I meet.
I had to send it away to bring us back again.
Morning theft, and pretender left, ungrateful.
True Self is what brought you here, to me.
A place where we can accept this love.
Friendship battered down by useless history,
Unexamined failure.
What am I still to you?
Some thief who stole from you?
Or some fool drama queen whose chances were few?
Love brings us to who we need,
a place where we can save
A heart that beats as both siphon and reservoir.
You're a woman, I'm a calf.
You're a window, I'm a knife.
We come together making chance into starlight.
Meet me tomorrow night, or any day you want.
I have no right to wonder just how, or when.
And though the meaning fits, there's no relief in this.
I miss my beautiful friend.
I had to send it away to bring her back again.
Kendiliğinden Bir Yazı-Jack Kerouac ‘Zen Kaçıkları’
Kendiliğinden Oluşan...
Uzun süredir yazmayı beceremediğim ödeve, nihayet, Leonard Cohen’in 5- 6 Ağustos’ da İstanbul’daki konserini muştulayan bir ‘facebook’ sayfasındaki komik bir detay sayesinde başlıyorum. Cohen son zamanlarda Budizmle iyice meşgul olduğu için, organizasyon şirketlerinin kendisini ikna etmesi güç oluyormuş. Cohen’in bu Budizm düşkünlüğü havadisi bir çeşit ‘Kerouac hafta sonu maratonu’na dönüşen ödeve hazırlık sürecimi sonlandırdı. Kendimi yazmaya hazır hissettirmek için aldığım şarabı bile henüz açmadım. Kerouac’a dair pek çok şey okudum internetten, kafam dağılsın değip şahane kampüste turladım, şansıma güzel bir bahar havası vardı. Çeşit çeşit şaşkın adam, depresif adam (Lonesome Jim- Lonesome Traveller’ı anımsattığı için, Wristcutter: A Love Story), dünyalı adam (The Man From Earth) filmi izledim. Öğleden sonra bir Pazar kahvaltısına davet edilip evdeki çiftlerin öpüşme seslerini dinlemek zorunda kaldım ve oradan kaçtım. Kaçarken yanıma bir şişe şarap alıp, kuş kadar yurt odama sığındım tekrardan. Bu yaptıklarımın hepsi havadaki melankoliyi arttırdı. Tipik bir ödev yetiştirme telaşı, söz konusu ‘beat’ler olunca başka bir şeye dönüştü. Kendimi nasıl hissetsem bilemedim.
Kitabı ilk aldığım gün Kadıköy’de küçük bir pastaneye gittim ve orada okumaya başladım. Bulunmaz sandığım kitabı pek de zorlayıcı olmayan bir ‘Akmar’ turuyla elde ettim. Deli gibi kar yağıyordu. Artık kar yok, hava mis gibi kokuyor. Ben kitabı okumaya başladığımda Ray için mevsim sonbahardı, sonra kış geldi ve o annesine gitti, annesinin yanından baharda ayrıldı ve yazı bir ormanda gözcülük yaparak geçirdi. Yaz bittiğinde kitap da bitmişti. Mevsimler, zaman ve doğa Ray ile Japhy için bambaşka anlamlara sahip… Onların anlayışını, kavrayışını, hazzını bilmeye çabalamak bu ödevi de yazmaya ve okumaya katlanır kılacak en önemli etken olabilir.
Beat kuşağına dair okuduğum veya kulaktan dolma öğrendim her şey kendiliğinden oluşları ve sürekli hareket halinde olmaları ekseninde toplanıyor ve bana fena halde babamı hatırlatıyor. Ray her kendini doğaya vurup, yalnız kalmaya çalıştığında ve huzuru içinde aradığında tanıdık gelen bir şeyler sezmiştim fakat bu ödevi yazmaya karar verene kadar bu adamın ne kadar babama benzediğini düşünmemiştim.
Bu ödevde önce Beat Kuşağından kısaca söz edeceğim. Ardından ‘Zen Kaçıkları’ nın bu kuşakla ilişkisini ve nasıl bir kitap olduğunu anlatmaya çalışacağım. Ancak bu kitap ‘nasıl bir edebi eser’ olduğundan çok, okuyana ‘nasıl hissettirdiği’yle öne çıkacaktır. Son olarak da
babamın ‘kendince (bence) beatnik’ olduğunu nasıl fark ettiğimi anlatacağım.
Beat Kuşağı Nedir? Nerede Yetişir? Kerouac’ın Bunların Arasında İşi Nedir?
İkinci Dünya Savaşı insanlığı gerim gerim gerdikten sonra bu sakat çevrede yetişen çocukların kendilerini bir şeyler yapmak zorunda hissetmeleri pek şaşırtıcı olmamalı. Avrupa haritası çarşamba pazarına dönerken, Pasifik’te sadece suyu bulandırmakla kalmayan Amerika atom bombasıyla gezegence çıldırmanın eşiğinde olan insanlığın istifrasını tetikledi. Savaşın gerilimine, ekonomik çıkmazlarını tahammül eden insanlar, bitişiyle de bitimsiz bir refah düşüncesinin sıcağında ısınmak istedi ki bunlara yeni burjuvalar diyebiliriz. Can sıkıcı hallerin ardından, refahı düzen yerine düzensizlikte arayan bir grup insanda beliriverdi. Dönemin göz alıcı müzik hareketi ‘Blues’ ve onun spontane icra biçimleri de arayış içindeki grubun doğal, içten ve zorlamasız bir tavra sahip olmalarında ayırt edici bir rol oynadı. Amerika’ da, rüya gibi aile-ev-araba düşüncesinden uzaklaşan, konforunun peşinden değil maceranın peşinden giden, yüzünü doğaya- ve doğuya- dönüp, Uzak Doğunun bireyin kendine yolculuğu temel alan felsefelerine kafa yoran, düşüncelerini yazdıkları aracılığıyla ortaya koyan kimselerin Beat Kuşağını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Beat kuşağını oluşturan bu kimseler kendilerine yaşam alanı olarak yolları, konaklamak için otoyol kenarında başlayan çölleri, ormanları, soluklanmak ve yazmak için küçük kulübeleri seçmişlerdir. Yarını düşünmeden, bugünü yaşamayı hedeflemişlerdir. Toplumun onlara dayattığı normları kabullenip; çamaşır makinelerinin, televizyonlarının arkasına saklanmak yerine, sürekli hareket etmiş, insanların arasında olmuş ve doğayı keşfetmişlerdir. Dünyayı algılayışlarına şekil veren ve doğaya yönelmelerini sağlayanlardan biri Zen Budizm’i iken diğeri de Avrupalı Varoluşçuluktur. Tanrının insanlığı ve dünyayı yaratmasının büyük bir şaka olabileceğini düşündükleri gibi, evren karşısında oldukça efendice, saygılı bir hal içindedirler de. Karamsar bir tablo çizseler de, sevgileri ve arayışları son bulacak gibi değildir. Ve Japhy Ray’e der ki: “Gerçekten bilmiyorum ama dünya hakkındaki üzüntünü anlıyorum”.
Allen Ginsberg, William S. Burroughs, Gary Snyder ve Jack Kerouac bu akımın as
adamları olarak sayılır ve sevilirler. Akımın özelliklerini ‘Zen Kaçıkları’nda Japhy’nin Ray’a çıktıkları gezinin büyüsüne kapıldığı sırada söylediklerinden çıkarabiliriz: “J: (…) Bu işin sonuna muhakkak bir hayır var./ R: Hangi işin? / J: Ne bileyim- yani yaşamı böyle sevmemizin falan. Senle ben, başkalarını ezmek, milleti sömürmek istemiyoruz; kendimizi, tüm ölümlü varlıkların hayrına dua etmeye adamışız; bak gör, yeterince bir güçlenelim o zaman nasıl gerçek olacak dualarımız- eski ermişler gibi… Kim bilir, bakarsın uyanıverir dünya da, her yerde Dharma’nın güzel çiçekleri açıverir.” (Kerouac, 1956, s.231).
Sırt çantasından başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan, otostopla, dağ bayır gezen, günü kurtardıktan sonra yarını önemsemeyen, genellikle üniversite eğitimi almış, insanlığın daha iyi bir noktaya gelmesini arzulayan fakat bunun gerçekleşmesine dair net bir öngörü belirtmemiş,
gerçeği ve güzeli arayan adamlar, benim anladığım beatnikler. Sonucu değil süreci öne çıkarırlar. Yaşamımız hâlihazırda bir süreç ve arayış halidir ve sırt çantalı bu adamlar o arayışın hakkını vermektedirler. Konforun ve düzenin rehavetine kapılmak yerine, orda burada işe girip o günlük yemeğini, içkisini çıkararak, uyku tulumuyla herhangi bir yeri kendine yatak yaparak, trenlere kaçak binip, otostopla ülkeyi enine boyuna dolaşarak, meditasyon yaparak, okuyup, yazarak var olmayı tercih etmişlerdir. Bu kimilerine serserice bir hayal, çocukça bir heves, geçici bir macera gibi gelebilir ya da kimilerinin cesaret yoksunu tatlı rüyalarını süsleyebilir fakat bu Beat Kuşağının varlığını ve gerçekliğini değiştirmez. Bu adamlar yaşamış, dolaşmış, yazmış ve aktarmışlardır. Onlara dair yazılan bu cümleler de okunan bir kitabın birçok şiirin geride bıraktığı hislerin bir sonucudur. Yazdıkları, söyledikleri onları takip edecek ve başka bir savaşla, -Vietnam’la- yüzleşecek ‘Çiçek Çocuklara- Hippi’lere yol göstermiştir. Hippi hatunlarının en esaslısı Janis Joplin ise kendini bir beatnik olarak tanımlamayı tercih etmiş ve eklemiştir: "Aradaki fark; bir hippi bir gün bu dünyanın güzel bir yer olacağına inanır, bir beatnik ise buranın her zaman boktan bir yer olarak kalacağını bilir".
Kerouac Beat kuşağını oluşturan diğer yazarlarla, futbol bursuyla gittiği Columbia Üniversitesi’nde tanışmıştır. Çağın karşındaki duruşları nedeniyle ve ürettikleriyle bir ‘kuşak’ olarak nitelenebilmişlerdir.
Zenden Kaçılır mı? Kaçırılır mı?
Şuan kapağı bile bana pek şirin ve büyük bir sanat ürünü gibi gelen kitap ilk elime aldığımda pek o kadar zevk vermedi aslında, devam etmekte güçlük çekmedim değil. Tamam, belki trenlere atlamalı zıplamalı, kıt kanat geçinip yolculuk etmeyi anlatarak başlamıştı, hani ilgimi çekebilecek mevzulardı bunlar fakat çeviri beni sürekli kitabın dışına atıp durdu. Çünkü serserice konuşmaları çevirmek için kullanılan Türkçe argo beni inanılmaz rahatsız etti başlangıçta. Amerikan film endüstrisi sayesinde ‘Amerikalılar’ın her yöre ve dönemde nasıl bir jargonu kullandığına oldukça aşinayız artık fakat ‘ipsizler, -iveren’li kalıplar(yapıveren, ediveren)’ gibi şu an pek de aklıma gelmeyen, ama o zaman kitabı sevmemek için uydurduğum pek çok detay beni boğdu.
Arkasından adamın –Ray’in- ve diğerlerinin bunca inanarak meditasyona sarmış olması yine bu çağdan bakılınca çok yapmacık ve plastik bir inanç arayışı gibi gözüküyordu. Durup düşününce, bu adamların daha önce yozlaşmış bir inanç trendi havuzunda boğulmadıklarını hatırladım. Katı kilisenin, İsa’nın ‘sevgi’ öğretisinden uzaklaşmış, kuralcı tavırlarından ve kendi toplumunun baskılarından rahatsız olmuş bireyin ‘en iyi’ inanç öğretisinden bile uzaklaşıp yerine daha iyisini koyma çabası çok anlaşılır görünmeye başladı daha sonraları. Onlar doğaya varıp, bütünlük kurmaya çabaladıkça, içimde benimde kıpırdamaya başlayan bir şeyler olmadı değil. Doğada, aslında yeryüzünde insanı kendine çeken estetikle başım oldukça hoş olsa da, pastoralliğin dibine vurulması hep beni rahatsız ederdi. Ray’ in ağzından etrafında gördüğü dağları, ırmakları, ağaçları ve her şeyi dinlemekle ise sanki hep olmasını istediğim anlatım şeklini buldum. Zihnimde manzarayı net bir şekilde canlandırabiliyordum ama tonları seçmekte özgürdüm; ayrıca ortalıkta pek insan olmadığı için ‘yalnızlık’ hissini de doyasıya yaşayabildim.
Japhy’le Ray’in ilişkisi ise bana çokta yabancı gelmeyen arkadaşlık fikrini ve alışkanlığını bir kez daha görebildiğim bir mecra yarattı. Sadece onlar gibi kampla, doğayla kendimiz tatmin etmek, dağ yollarında haiku yazmak yerine; filmlere, barlara gittiğimiz ve Kadıköy yollarında sözleri deforme edilmiş şarkılarla yaratıcılık kırıntıları savurduğumuz için biraz hüzünlendim.
Tüm roman Ray’in ağzından anlatılmaktadır. Başından geçenleri, her şey olup bittikten sonra bir başka kişiye anlatıyor veya anılarını bir yere kaydetmeye çalışıyor gibidir. Günleri nasıl geçmektedir, yeni neler yaşanmış veya öğrenilmiştir, nerelere gidilmiş, hangi dostlar neler yapmış veya bu dünyayı terk etmişlerdir… Tüm bunlar romanın içindedir ve romanı oluşturur fakat roman bunlardan fazlasıdır. Bunu sağlayan ise yolda olma hissinin, yersizliğin (yurtsuzluğun) dayanılmaz hafifliğinin okuyucuya çok güzel bir biçimde geçirilmiş olmasıdır.
Beatnik Babam…
Bugün doğum günü olan sevgili babama gelecek olursak… Doğayı ne kadar sevdiğini bildiğim, alkole aşırı zaafı olan, yolculukların en güzel kısmının gitmek sadece gitmek olduğunu bana öğreten babam, eğer yaşasaydı bugün 52 yaşında olacaktı. Karakterinin bir beatnik olmaya ne kadar müsait olduğunu babam biliyor muydu bilmiyorum ama ben kendimi,
kendini yollara vuran adamlara hayran olmuş bulurken bunun altında onun genlerinin yatabileceğini düşünüyorum, tipik ‘Bursalı’ anneminkilerdense. Gençliğinde hemen hemen tüm
tatillerini, yanına çadırını ve bir kaç arkadaşını alarak orada burada geçirirmiş babam, genelde çadırlarını plajlara kurarlarmış, bazen de ormanlara. Bunları bana anlattığında deniz kenarındaydık, eski çadırın parçasından bana küçük bir çadır kurmaya çalışıyordu. Sahil taşlıktı ve ben onun bana anlattıklarına şu anki anlamları yükleyemeyecek kadar küçüktüm. Benim için önemli olan babamın bana öğlen uykum için hazırladığı küçük çadırdı, onun bu çadırın eski haliyle yaşadıkları değil.
Şimdi o, bana bunları tekrar anlatamayacağı için ondan, bu ödev yoluyla söz etmek ve sizi de bunları okumak zorunda bırakmak bana çok mantıklı göründü. Babam gibi bir adamdan bahsetmek için böyle bir konudan daha iyisi bulamazdım. Çünkü o, çok içtiği bir gecenin sabahında kendine ceza veya ödül bilemiyorum vermek için yazlığımıza –bize- gelen 50- 60 kilometre yolu yürümüştü. Yolun yarısından fazlasını ormanın içinden geçerek kat etmişti. Pek çok kez uzun yürüyüşlerinde beni de yanına alırdı ama ben dönüş yolunu onun omzunda tamamlardım. Bana sürekli ağaçların ve çiçeklerin isimlerini öğretmeye çalışırdı. Haiku yazmazdı yürüyüşlerimiz sırasında ama küçük bir kızın anlayabileceği şekilde denizden ve bitkilerden bahsederdi. Balıkların, çiçeklerin isimlerinden, bu isimlerin nerden geldiklerinden söz ederdik. Her şeye ‘neden’ gibi bir sorusu olan bir çocuğun sahip olabileceği en iyi babaydı. Hayali bir dünya yaratıp, yolda yürürken onu istediğimiz gibi şekillendirirdik. Sessiz hatta ketum bir adamın size, nerde olursanız olun yaşamanızı sağlayacak şeyleri öğretmeye çabalaması ne kadar kıymetli gözükür bilmem ama ben de Ray gibi süper marketten aldığım kalın bir bifteği yol kenarında ateş yakıp pişirebilirim çünkü babam bana ateş yakmayı öğretti. Onlar gibi sürekli gidebilirim, çünkü babam da yolculuklardan geri dönmenin işin en sıkıcı ve gereksiz tarafı olduğu düşünüyordu. Ayrıca genellikle üniversite kampüslerinde karşılaştığımız otostopçulara karşı çok nazik ve sevecendi.
Zen meselesine gelince babam, bana en iyi ibadetin çalışmak olduğunu söyledi ve insanlar hakkında hep iyi şeyler düşünmek gerektiğini de ekledi. Sanırım kitaptaki arkadaşların yaptıkları da hep insanlar- insanlık için iyi temennilerde bulunan dualar etmek ve doğayla bir bütün olduğunu hissetmeye çalışmaktı. Bu noktada babamla pek çelişmediklerini söyleyebilirim.
Babam çekip gitmeyi ister miydi? Bilemiyorum, belki hep istedi ama beni, annemi ve kardeşimi sevip gitmediğini düşünmek iyi geliyor. Bir beatnik olacaksanız, çoluğa çocuğa karışmamakta fayda var galiba. Ray’i evde sadece annesi bekliyordu, yani o daha çocuktu ama
birileri size baba demeye başladıktan sonra çekip gitmek hakkınız süresiz bir biçimde elinizde alınabilir.
Beat kuşağının sürekli hareket halinde ve bu sebepten çokça erkeksi malum; tanrı yolları erkeklerin egemenliğine terk etmiş diye düşünmeden edemiyorum. Hanım kızlar fazla uzaklaşmamalı annelerinin gözü önünden, tanımadıkları adamların arabalarına binmemeli… Fakat hiç olmazsa şiir ve şarapla yaşamaya devam edebiliyorum, ölerek de olsa çekip gitmiş insanlara ödev ithaf edebiliyorum. Kerouac’in ‘Modern Düzyazı için İnanç ve Teknikler’ deki öğüdüne uyup, vahşice oluşturulmuş, disiplinsiz, saf, dipten gelen, ne kadar deli o kadar iyi’ prensibine sadık bir ödevi belli bir noktada kendi kaderine terk edebiliyorum. Ödevi bitirirken, Joplin ‘ Little Girl Blue’ yu söylüyor ve benim canımı en çok, babamın hiç Kerouac okuyup okumadığını bilememek, ona bu kitabı tavsiye edememek yakıyor.
Kaynakça
Jack Kerouac, Zen Kaçıkları, Çev: Nevzat Erkmen, Yol Yayınları, 1982, İstanbul
Hilmi Tezgör, TLL375 20. Yüzyılda Popüler Müzik- Edebiyat İlişkisi Ders Notları, 2008
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6704
http://www.writing.upenn.edu/~afilreis/88/kerouac-technique.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Jack_Kerouac
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=beat+generation&kw=&a=&all=&v=&p=2
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=jack+kerouac&kw=&a=&all=&v=&p=2
Uzun süredir yazmayı beceremediğim ödeve, nihayet, Leonard Cohen’in 5- 6 Ağustos’ da İstanbul’daki konserini muştulayan bir ‘facebook’ sayfasındaki komik bir detay sayesinde başlıyorum. Cohen son zamanlarda Budizmle iyice meşgul olduğu için, organizasyon şirketlerinin kendisini ikna etmesi güç oluyormuş. Cohen’in bu Budizm düşkünlüğü havadisi bir çeşit ‘Kerouac hafta sonu maratonu’na dönüşen ödeve hazırlık sürecimi sonlandırdı. Kendimi yazmaya hazır hissettirmek için aldığım şarabı bile henüz açmadım. Kerouac’a dair pek çok şey okudum internetten, kafam dağılsın değip şahane kampüste turladım, şansıma güzel bir bahar havası vardı. Çeşit çeşit şaşkın adam, depresif adam (Lonesome Jim- Lonesome Traveller’ı anımsattığı için, Wristcutter: A Love Story), dünyalı adam (The Man From Earth) filmi izledim. Öğleden sonra bir Pazar kahvaltısına davet edilip evdeki çiftlerin öpüşme seslerini dinlemek zorunda kaldım ve oradan kaçtım. Kaçarken yanıma bir şişe şarap alıp, kuş kadar yurt odama sığındım tekrardan. Bu yaptıklarımın hepsi havadaki melankoliyi arttırdı. Tipik bir ödev yetiştirme telaşı, söz konusu ‘beat’ler olunca başka bir şeye dönüştü. Kendimi nasıl hissetsem bilemedim.
Kitabı ilk aldığım gün Kadıköy’de küçük bir pastaneye gittim ve orada okumaya başladım. Bulunmaz sandığım kitabı pek de zorlayıcı olmayan bir ‘Akmar’ turuyla elde ettim. Deli gibi kar yağıyordu. Artık kar yok, hava mis gibi kokuyor. Ben kitabı okumaya başladığımda Ray için mevsim sonbahardı, sonra kış geldi ve o annesine gitti, annesinin yanından baharda ayrıldı ve yazı bir ormanda gözcülük yaparak geçirdi. Yaz bittiğinde kitap da bitmişti. Mevsimler, zaman ve doğa Ray ile Japhy için bambaşka anlamlara sahip… Onların anlayışını, kavrayışını, hazzını bilmeye çabalamak bu ödevi de yazmaya ve okumaya katlanır kılacak en önemli etken olabilir.
Beat kuşağına dair okuduğum veya kulaktan dolma öğrendim her şey kendiliğinden oluşları ve sürekli hareket halinde olmaları ekseninde toplanıyor ve bana fena halde babamı hatırlatıyor. Ray her kendini doğaya vurup, yalnız kalmaya çalıştığında ve huzuru içinde aradığında tanıdık gelen bir şeyler sezmiştim fakat bu ödevi yazmaya karar verene kadar bu adamın ne kadar babama benzediğini düşünmemiştim.
Bu ödevde önce Beat Kuşağından kısaca söz edeceğim. Ardından ‘Zen Kaçıkları’ nın bu kuşakla ilişkisini ve nasıl bir kitap olduğunu anlatmaya çalışacağım. Ancak bu kitap ‘nasıl bir edebi eser’ olduğundan çok, okuyana ‘nasıl hissettirdiği’yle öne çıkacaktır. Son olarak da
babamın ‘kendince (bence) beatnik’ olduğunu nasıl fark ettiğimi anlatacağım.
Beat Kuşağı Nedir? Nerede Yetişir? Kerouac’ın Bunların Arasında İşi Nedir?
İkinci Dünya Savaşı insanlığı gerim gerim gerdikten sonra bu sakat çevrede yetişen çocukların kendilerini bir şeyler yapmak zorunda hissetmeleri pek şaşırtıcı olmamalı. Avrupa haritası çarşamba pazarına dönerken, Pasifik’te sadece suyu bulandırmakla kalmayan Amerika atom bombasıyla gezegence çıldırmanın eşiğinde olan insanlığın istifrasını tetikledi. Savaşın gerilimine, ekonomik çıkmazlarını tahammül eden insanlar, bitişiyle de bitimsiz bir refah düşüncesinin sıcağında ısınmak istedi ki bunlara yeni burjuvalar diyebiliriz. Can sıkıcı hallerin ardından, refahı düzen yerine düzensizlikte arayan bir grup insanda beliriverdi. Dönemin göz alıcı müzik hareketi ‘Blues’ ve onun spontane icra biçimleri de arayış içindeki grubun doğal, içten ve zorlamasız bir tavra sahip olmalarında ayırt edici bir rol oynadı. Amerika’ da, rüya gibi aile-ev-araba düşüncesinden uzaklaşan, konforunun peşinden değil maceranın peşinden giden, yüzünü doğaya- ve doğuya- dönüp, Uzak Doğunun bireyin kendine yolculuğu temel alan felsefelerine kafa yoran, düşüncelerini yazdıkları aracılığıyla ortaya koyan kimselerin Beat Kuşağını oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Beat kuşağını oluşturan bu kimseler kendilerine yaşam alanı olarak yolları, konaklamak için otoyol kenarında başlayan çölleri, ormanları, soluklanmak ve yazmak için küçük kulübeleri seçmişlerdir. Yarını düşünmeden, bugünü yaşamayı hedeflemişlerdir. Toplumun onlara dayattığı normları kabullenip; çamaşır makinelerinin, televizyonlarının arkasına saklanmak yerine, sürekli hareket etmiş, insanların arasında olmuş ve doğayı keşfetmişlerdir. Dünyayı algılayışlarına şekil veren ve doğaya yönelmelerini sağlayanlardan biri Zen Budizm’i iken diğeri de Avrupalı Varoluşçuluktur. Tanrının insanlığı ve dünyayı yaratmasının büyük bir şaka olabileceğini düşündükleri gibi, evren karşısında oldukça efendice, saygılı bir hal içindedirler de. Karamsar bir tablo çizseler de, sevgileri ve arayışları son bulacak gibi değildir. Ve Japhy Ray’e der ki: “Gerçekten bilmiyorum ama dünya hakkındaki üzüntünü anlıyorum”.
Allen Ginsberg, William S. Burroughs, Gary Snyder ve Jack Kerouac bu akımın as
adamları olarak sayılır ve sevilirler. Akımın özelliklerini ‘Zen Kaçıkları’nda Japhy’nin Ray’a çıktıkları gezinin büyüsüne kapıldığı sırada söylediklerinden çıkarabiliriz: “J: (…) Bu işin sonuna muhakkak bir hayır var./ R: Hangi işin? / J: Ne bileyim- yani yaşamı böyle sevmemizin falan. Senle ben, başkalarını ezmek, milleti sömürmek istemiyoruz; kendimizi, tüm ölümlü varlıkların hayrına dua etmeye adamışız; bak gör, yeterince bir güçlenelim o zaman nasıl gerçek olacak dualarımız- eski ermişler gibi… Kim bilir, bakarsın uyanıverir dünya da, her yerde Dharma’nın güzel çiçekleri açıverir.” (Kerouac, 1956, s.231).
Sırt çantasından başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan, otostopla, dağ bayır gezen, günü kurtardıktan sonra yarını önemsemeyen, genellikle üniversite eğitimi almış, insanlığın daha iyi bir noktaya gelmesini arzulayan fakat bunun gerçekleşmesine dair net bir öngörü belirtmemiş,
gerçeği ve güzeli arayan adamlar, benim anladığım beatnikler. Sonucu değil süreci öne çıkarırlar. Yaşamımız hâlihazırda bir süreç ve arayış halidir ve sırt çantalı bu adamlar o arayışın hakkını vermektedirler. Konforun ve düzenin rehavetine kapılmak yerine, orda burada işe girip o günlük yemeğini, içkisini çıkararak, uyku tulumuyla herhangi bir yeri kendine yatak yaparak, trenlere kaçak binip, otostopla ülkeyi enine boyuna dolaşarak, meditasyon yaparak, okuyup, yazarak var olmayı tercih etmişlerdir. Bu kimilerine serserice bir hayal, çocukça bir heves, geçici bir macera gibi gelebilir ya da kimilerinin cesaret yoksunu tatlı rüyalarını süsleyebilir fakat bu Beat Kuşağının varlığını ve gerçekliğini değiştirmez. Bu adamlar yaşamış, dolaşmış, yazmış ve aktarmışlardır. Onlara dair yazılan bu cümleler de okunan bir kitabın birçok şiirin geride bıraktığı hislerin bir sonucudur. Yazdıkları, söyledikleri onları takip edecek ve başka bir savaşla, -Vietnam’la- yüzleşecek ‘Çiçek Çocuklara- Hippi’lere yol göstermiştir. Hippi hatunlarının en esaslısı Janis Joplin ise kendini bir beatnik olarak tanımlamayı tercih etmiş ve eklemiştir: "Aradaki fark; bir hippi bir gün bu dünyanın güzel bir yer olacağına inanır, bir beatnik ise buranın her zaman boktan bir yer olarak kalacağını bilir".
Kerouac Beat kuşağını oluşturan diğer yazarlarla, futbol bursuyla gittiği Columbia Üniversitesi’nde tanışmıştır. Çağın karşındaki duruşları nedeniyle ve ürettikleriyle bir ‘kuşak’ olarak nitelenebilmişlerdir.
Zenden Kaçılır mı? Kaçırılır mı?
Şuan kapağı bile bana pek şirin ve büyük bir sanat ürünü gibi gelen kitap ilk elime aldığımda pek o kadar zevk vermedi aslında, devam etmekte güçlük çekmedim değil. Tamam, belki trenlere atlamalı zıplamalı, kıt kanat geçinip yolculuk etmeyi anlatarak başlamıştı, hani ilgimi çekebilecek mevzulardı bunlar fakat çeviri beni sürekli kitabın dışına atıp durdu. Çünkü serserice konuşmaları çevirmek için kullanılan Türkçe argo beni inanılmaz rahatsız etti başlangıçta. Amerikan film endüstrisi sayesinde ‘Amerikalılar’ın her yöre ve dönemde nasıl bir jargonu kullandığına oldukça aşinayız artık fakat ‘ipsizler, -iveren’li kalıplar(yapıveren, ediveren)’ gibi şu an pek de aklıma gelmeyen, ama o zaman kitabı sevmemek için uydurduğum pek çok detay beni boğdu.
Arkasından adamın –Ray’in- ve diğerlerinin bunca inanarak meditasyona sarmış olması yine bu çağdan bakılınca çok yapmacık ve plastik bir inanç arayışı gibi gözüküyordu. Durup düşününce, bu adamların daha önce yozlaşmış bir inanç trendi havuzunda boğulmadıklarını hatırladım. Katı kilisenin, İsa’nın ‘sevgi’ öğretisinden uzaklaşmış, kuralcı tavırlarından ve kendi toplumunun baskılarından rahatsız olmuş bireyin ‘en iyi’ inanç öğretisinden bile uzaklaşıp yerine daha iyisini koyma çabası çok anlaşılır görünmeye başladı daha sonraları. Onlar doğaya varıp, bütünlük kurmaya çabaladıkça, içimde benimde kıpırdamaya başlayan bir şeyler olmadı değil. Doğada, aslında yeryüzünde insanı kendine çeken estetikle başım oldukça hoş olsa da, pastoralliğin dibine vurulması hep beni rahatsız ederdi. Ray’ in ağzından etrafında gördüğü dağları, ırmakları, ağaçları ve her şeyi dinlemekle ise sanki hep olmasını istediğim anlatım şeklini buldum. Zihnimde manzarayı net bir şekilde canlandırabiliyordum ama tonları seçmekte özgürdüm; ayrıca ortalıkta pek insan olmadığı için ‘yalnızlık’ hissini de doyasıya yaşayabildim.
Japhy’le Ray’in ilişkisi ise bana çokta yabancı gelmeyen arkadaşlık fikrini ve alışkanlığını bir kez daha görebildiğim bir mecra yarattı. Sadece onlar gibi kampla, doğayla kendimiz tatmin etmek, dağ yollarında haiku yazmak yerine; filmlere, barlara gittiğimiz ve Kadıköy yollarında sözleri deforme edilmiş şarkılarla yaratıcılık kırıntıları savurduğumuz için biraz hüzünlendim.
Tüm roman Ray’in ağzından anlatılmaktadır. Başından geçenleri, her şey olup bittikten sonra bir başka kişiye anlatıyor veya anılarını bir yere kaydetmeye çalışıyor gibidir. Günleri nasıl geçmektedir, yeni neler yaşanmış veya öğrenilmiştir, nerelere gidilmiş, hangi dostlar neler yapmış veya bu dünyayı terk etmişlerdir… Tüm bunlar romanın içindedir ve romanı oluşturur fakat roman bunlardan fazlasıdır. Bunu sağlayan ise yolda olma hissinin, yersizliğin (yurtsuzluğun) dayanılmaz hafifliğinin okuyucuya çok güzel bir biçimde geçirilmiş olmasıdır.
Beatnik Babam…
Bugün doğum günü olan sevgili babama gelecek olursak… Doğayı ne kadar sevdiğini bildiğim, alkole aşırı zaafı olan, yolculukların en güzel kısmının gitmek sadece gitmek olduğunu bana öğreten babam, eğer yaşasaydı bugün 52 yaşında olacaktı. Karakterinin bir beatnik olmaya ne kadar müsait olduğunu babam biliyor muydu bilmiyorum ama ben kendimi,
kendini yollara vuran adamlara hayran olmuş bulurken bunun altında onun genlerinin yatabileceğini düşünüyorum, tipik ‘Bursalı’ anneminkilerdense. Gençliğinde hemen hemen tüm
tatillerini, yanına çadırını ve bir kaç arkadaşını alarak orada burada geçirirmiş babam, genelde çadırlarını plajlara kurarlarmış, bazen de ormanlara. Bunları bana anlattığında deniz kenarındaydık, eski çadırın parçasından bana küçük bir çadır kurmaya çalışıyordu. Sahil taşlıktı ve ben onun bana anlattıklarına şu anki anlamları yükleyemeyecek kadar küçüktüm. Benim için önemli olan babamın bana öğlen uykum için hazırladığı küçük çadırdı, onun bu çadırın eski haliyle yaşadıkları değil.
Şimdi o, bana bunları tekrar anlatamayacağı için ondan, bu ödev yoluyla söz etmek ve sizi de bunları okumak zorunda bırakmak bana çok mantıklı göründü. Babam gibi bir adamdan bahsetmek için böyle bir konudan daha iyisi bulamazdım. Çünkü o, çok içtiği bir gecenin sabahında kendine ceza veya ödül bilemiyorum vermek için yazlığımıza –bize- gelen 50- 60 kilometre yolu yürümüştü. Yolun yarısından fazlasını ormanın içinden geçerek kat etmişti. Pek çok kez uzun yürüyüşlerinde beni de yanına alırdı ama ben dönüş yolunu onun omzunda tamamlardım. Bana sürekli ağaçların ve çiçeklerin isimlerini öğretmeye çalışırdı. Haiku yazmazdı yürüyüşlerimiz sırasında ama küçük bir kızın anlayabileceği şekilde denizden ve bitkilerden bahsederdi. Balıkların, çiçeklerin isimlerinden, bu isimlerin nerden geldiklerinden söz ederdik. Her şeye ‘neden’ gibi bir sorusu olan bir çocuğun sahip olabileceği en iyi babaydı. Hayali bir dünya yaratıp, yolda yürürken onu istediğimiz gibi şekillendirirdik. Sessiz hatta ketum bir adamın size, nerde olursanız olun yaşamanızı sağlayacak şeyleri öğretmeye çabalaması ne kadar kıymetli gözükür bilmem ama ben de Ray gibi süper marketten aldığım kalın bir bifteği yol kenarında ateş yakıp pişirebilirim çünkü babam bana ateş yakmayı öğretti. Onlar gibi sürekli gidebilirim, çünkü babam da yolculuklardan geri dönmenin işin en sıkıcı ve gereksiz tarafı olduğu düşünüyordu. Ayrıca genellikle üniversite kampüslerinde karşılaştığımız otostopçulara karşı çok nazik ve sevecendi.
Zen meselesine gelince babam, bana en iyi ibadetin çalışmak olduğunu söyledi ve insanlar hakkında hep iyi şeyler düşünmek gerektiğini de ekledi. Sanırım kitaptaki arkadaşların yaptıkları da hep insanlar- insanlık için iyi temennilerde bulunan dualar etmek ve doğayla bir bütün olduğunu hissetmeye çalışmaktı. Bu noktada babamla pek çelişmediklerini söyleyebilirim.
Babam çekip gitmeyi ister miydi? Bilemiyorum, belki hep istedi ama beni, annemi ve kardeşimi sevip gitmediğini düşünmek iyi geliyor. Bir beatnik olacaksanız, çoluğa çocuğa karışmamakta fayda var galiba. Ray’i evde sadece annesi bekliyordu, yani o daha çocuktu ama
birileri size baba demeye başladıktan sonra çekip gitmek hakkınız süresiz bir biçimde elinizde alınabilir.
Beat kuşağının sürekli hareket halinde ve bu sebepten çokça erkeksi malum; tanrı yolları erkeklerin egemenliğine terk etmiş diye düşünmeden edemiyorum. Hanım kızlar fazla uzaklaşmamalı annelerinin gözü önünden, tanımadıkları adamların arabalarına binmemeli… Fakat hiç olmazsa şiir ve şarapla yaşamaya devam edebiliyorum, ölerek de olsa çekip gitmiş insanlara ödev ithaf edebiliyorum. Kerouac’in ‘Modern Düzyazı için İnanç ve Teknikler’ deki öğüdüne uyup, vahşice oluşturulmuş, disiplinsiz, saf, dipten gelen, ne kadar deli o kadar iyi’ prensibine sadık bir ödevi belli bir noktada kendi kaderine terk edebiliyorum. Ödevi bitirirken, Joplin ‘ Little Girl Blue’ yu söylüyor ve benim canımı en çok, babamın hiç Kerouac okuyup okumadığını bilememek, ona bu kitabı tavsiye edememek yakıyor.
Kaynakça
Jack Kerouac, Zen Kaçıkları, Çev: Nevzat Erkmen, Yol Yayınları, 1982, İstanbul
Hilmi Tezgör, TLL375 20. Yüzyılda Popüler Müzik- Edebiyat İlişkisi Ders Notları, 2008
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6704
http://www.writing.upenn.edu/~afilreis/88/kerouac-technique.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Jack_Kerouac
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=beat+generation&kw=&a=&all=&v=&p=2
http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=jack+kerouac&kw=&a=&all=&v=&p=2
Etiketler:
Dharma Bums,
Jack Kerouac,
Zen Kaciklari
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)