12 Ekim 2009 Pazartesi

yeni macera - adı: britanya vol 1-ulaşmak

30/09/2009 Lufthansa ile İstanbul'dan Münih'e giden uçak, beni Manchester'a(Lancaster'a) ulaştıran şey'de ve içimde olanlar...

Uçağa dar alamet yetiştim. Duty Free'den planladığım gibi bir karton sigara falan alamadım (meğer ne çok ihtiyacım olacakmış). Yalnızlık duygusu enteresan, hem idrak edemedim daha tam, hem de ilk farkedişimi yaşadım. Bana en yakın ama birbirine son derece uzak/yabancı iki insanı bırakıp yürüdüm, pasaport kuyruklarından geçtim, yürüdüm panikle, yetişemezsem diye; yetiştim. Şu an uçak yavaş yavaş hareket ediyor. Nereye gittiğimi tam da bilemeden ben de gidiyorum onunla. Etrafım yabancı insanlarla çevrili. Yanımda oturan zenci bir adam, son derece zorlanarak hatta paralanarak yerime ulaştırdığım 18 kiloluk sözümona el bagajımı yukarıya yerleştirdi. Ayağımın dibinde yanıma alabildiğim tek el çantam 'dear gri'- ona artık böyle seslenmeye karar verdim- ya da 'sepet-i gri'.Cam kenarındayım, etrafı/aşağıyı iyice görebilmek için. 2 saat rötar yapan uçak bana annemin ve sevgilimin yanında birazcık daha zaman hediye etti. Onlar şimdi biraz hüzünlü, biraz herşey yolunda 'artık yola çıktı' rahatlığıyla hayatın içine daldılar. Annem metroyla otogara gidip, Bursa'ya varmaya odaklanacak. İlke ise 5'teki dersine yetişmeye çalışacakç Gidebilirse, hocayı dinleyip, bütün gün nasıl olup da bu kadar yorulduğunu bilemeden, farkedemeden evine varıp kendini yatağına bırakıverecek. Uçak hala durup dururken, kaptan dile geldi. Bense dikkatimi ancak 'we're number 7 for take off' deyişine denkleştirebildim. Aklıma İlke geldi. Onun 'kalkışta bir numarayız'ı ve bugün yolda, havaalanına gelirken bu durumu hatırlayıp heyecanla anlatması... Benimse onu dikkatle dinleyip (hikayeyi en iyi bile insan olmama rağmen), müşvik bi şekilde desteklemem, canı gönülden kıkırdamam...
Yalnız kalmak konusunda bi ton martaval okudum da, onların yanından ayrılıp elimdeki kilolarca ıvırzıvırımla kalınca ne yapacağımı bilemedim. Uçaktaki koltuğuma oturuncaya kadar da düşünmemek için zihnimde öteledim kısa süreliğine.
Çocuk gibi insanların suratına bakıyorum uzun uzun. Herşeyin karşısında 'japon balığı/turisti' misali ağzım açık kalakalabilirim. 203 numaralı kapıya geldiğimde telefonum çaldı ama şarjı da bitti tam o anda. Şimdi nasıl haberleşirim bilemiyorum. Haber vermenin ne kıymeti kaldı onu da bilemiyorum. Onların ne yaptığını merak edip, 'bindin mi annem metroya/otobüse?', 'yetiştin mi derse?'sorularını sormak istediğimde ne yaparım diye içim 'cız'ladı şarjın bitişine! Dün hem vize hem bilet alıp, bugün yola çıkmak yeterince apar topar değilmişcesine, 2 saat geciken uçağa apar topar, sevgilimi gönlümce öpemeden, annemle birlikte ağlayıp birlikte susamadan, birbirimizin yanağındaki yaşları kovalamadan gidiverdim. Ama hiçbir veda tam tekmil olmaz herhalde; 1 öpücük eksik, 1 sarılma güdük kalır. İnen bir uçağı görüp heyecanlanırken, kuzunun son anda verdiği 'mabel'in cebimdeki sertliğinin elime gelmesiyle ağlama istediği içimde sanki yıkandıktan sonra burula burula sıkılan bir çarşaf şeklini alıyor.
Suratımın sırıl sıklam olması ve burnumun fena halde tıkanması sonra, annenin yolda gelirken 'sen de dursun, lazım olur' diye verdiği içinde 5-6 tane karanfil tanesi atılmış selpak paketini bulmaya çalışmak sulu sepkeni yine artırdı. Onu ararken, camdan kalkış sıralarını bekleyen oyuncak gibi dizilmiş uçakları görünce de ağlamam durur, oyalanıcak bir şey bulmuş çocuk gibi sus pus olup onları seyredaldım. Sonra uçak hızlandı, ben etrafa baktım. Sonra kalkış, içimde yine ağlamak kabardı, sonra denizi gördüm uzakta, yine ağlamak hissi, derken denizin üstünde olduğumu farkettim. Gemiler artık minicik... Denizin üstünde uçağın belli belirsiz gölgesi... Zihnimde şehrin artık görünmeyen kalabalığında sevdiklerimin telaşesi geldi aklıma, karanfil kokan selpak, cama yapışmamı fısıldayan içimdeki adam, dışarıda beyaz bir duman gibi bulutlar. Ben artık orada değilim! Sen artık orada değilsin... Hep yerdeyken ben, havada gördüğümde 'beni de götürsene gittiğin yere' dediğim uçağın içindeyim. Dışarı da herşey beyaz ve mavi. Uçak hala yükselmeye devam ediyor. Çıtırdayan kulaklarım, denizin dibine inmekten bu yüzden nefret eden adamı anımsatıyor yine. Uzaktan uçuşu görünen uçağa bu sefer söyleyecek lafım yok; 'senin yolculuk nereye hemşerim?' merakından gayri. Gözüme giren güneşe rağmen nerenin üzerinde olduğumu bilmeden, deli gibi 'keşke bilsem!' diyerek suyun altındakine bakar gibi (bir çeşit plazmanın sanki) bakmak, şişe şıngırtısına kulak kabartmak... Daha da hızlanan uçağın altında bakır plakalar gibi parıl kızıl görünen göl ve akarsuların üstünde tahmine çabalamak... 'İlke olsa bilirdi' diye düşünüp bu sefer ağlamaklı olmayıp sırıtmak.. Atardı en azından! Bulutlara bakarken, aşağıdan ve yukarıdan ne kadar farklı göründüklerini düşündüm. Yukarıdan bakma zevkini içinde bulunduğum uçaktaki insanlarla paylaştığımı düşündüm sonra da. 'Kaç kişiyle?' sorusunu doğurdum sonra anneye verilen sözü tutmak için kaç kişilik bu uçak diye saymaya koyuldum.
Annem, 2 tane 3'lük sıra var yanyana yani 6'lı 28 tane. Perdenin önündeki 'biznıs'ları hesap edemiyorum fakat ortalama 168 kişiyle beraber ben bulutların yukarıdan görünüşünü ve altlarındaki bilmediğim dağ/tepe/ırmak ve kentleri seyrediyoruz.
Yeniden çıtırdayan kulakla sanki sevgilinin fısıltısı: 'bırak defteri, kalemi; dışarıya bak Cansu! nasıl güzel yaa, süper süper' deyişini duymak ve durmak!
Şu dışarıdaki süpere göz atmak!
Dışarı bakıyorum İlke ama etrafa yayılan enteresan bir yemek kokusu var! Patates yemeği gibi kokuyor sanki, zihnimi bulandırıyor, karnımı guruldatıyor. Bunları yazmadan olmaz ki! Hem gözüm hep dışarıda. Aşağıda bir sürü gölcük var belki burdan pek ufaklar aslında göl. Hepsi de kızıl kızıl parlıyor. Burası neresiki İlke? Yalnız başıma Almanca konuşan bir sürü insan arasında - geçen gün sana Almanlar'dan ne kadar hazzetmediğimi, kanepede uzanırken, anımsayarak- uzaktaki belli ki bir şey servisi yapan , girişte beni 'guten tag'layan hostı kesiyorum. Ne var, ne var yemekte , ne var? Kocaman bir şehrin üstünden geçtik şimdi ve ben onun kadar yordun ve açım. Yemekten de hafif bir dibi tutmuş kokusu gelmeye başladı. Yanağım güneşteni gözlerim uykusuzluk ve ağlamaklılıktan yanıyor benim de. Karnım aç, acıktı yani; yoksa anne sandviçim var, almam diye direndiğim ama sonra şükredeceğim! Aklıma işte delirmekte olan, evde ders çalışmak için kendini paralayan, öğretmencilik oynamakta olup benim şu an gittiğimden habersiz olan arkadaşlarım geliyor. Sonra kardeşim... ayağımdaki kırmızıları o da giymişti çocuk ergenken. Kolumdaki saat ise essah saatim ona emanet olduğu için şu an kolumda. Okulundan çıkıp sonbahar serininde terleyerek eve gitmeye çalışıyordur şimdi. 10dk sonra İlke'nin dersi başlayacak, annem otobüse bindi mi acaba? Yeniden aklıma düştüler...
Sonra yemek geldi! Minicik tepsi de minicik su! Anıl'ım suyun tadı kötü (non carbonated natural mineral water diyor; Ca 156, Mg 69, Na 47,4, Cl 71,8 , HCO3 810 bilgin olsun...)! Tereyağı ve ekmek var. Yemek içinde pıncık pıncık kabak, brokoli, domates, fasulye olan lazanya ayarı bir şey. Hamurarası sebze, soslu, fena değil! Anıl olsa çok severdi ama yoğurtsuz gitmedi :) Tereyağla ekmeği herkes yiyor diye ben de bir tadına bakayım dedim; gavurun tereyağı tam benlik sütlü sütlü, pek sevdim. Ama azıcık yedim, baydı. Tatlı olarak ise 'metro', Türkiyeli birşey görünce duygulanmak için çok erken ama ne desem bilemeyip yanımdaki zenciye uyup beyaz şarap söyleyince yanında metro şahane gitti. Şarapta plastik bardakta içtiğim en güzel beyaz şarap! Bana yavaş yavaş herşey güzel gelmeye başlıyor sanki... Aşağıda upuzun bir ırmak var, birazdan da yol biter herhalde. Avrupa'nın en uzun nehri hangisi? Volga. Yok o değildir bu! Başka neler var?
Hostes 'dankeşön' deyip boş tepsiyi elimden alınca bir garip hissettim. Hep dilini bilmediğim bir yerde yapayalnız olmanın hayalini kurduktan sonra şuan - arkamdaki Türk Teyzeler de olmasa, sağolsunlar!- pek çoğu yabancı ve almanca konuşanların arasından almanların havaalanına inip, şabalaklaşacağım. Ne saadet, ne gam?! Kaptan başladı 'Almancalamaya', acaba ne diyor? Uyuyakaldım her halde bir kaç dakika! Münih'ten Manchester aktarması nasıl yapılır? Aşağısı acayip dağlık ve yeşil! Bir an Heidi'yi gördüm sandım! Sanırım Almanya'ya geldik (18.10). Aşağıdaki tarlalar halı gibi, çok güzel, top oynayan çocuklar, kırmızı damlar... Hooop geldik!

1 yorum:

eda demir dedi ki...

ben bunu okuyana kadar sen alistin bile! her sey cok guzel olacak :)