3 Ocak 2009 Cumartesi

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR- “İKİ HÖDÜĞÜN SEYAHATİ”

“İKİ HÖDÜĞÜN SEYAHATİ”
0 GİRİŞ
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ‘İki Hödüğün Seyahati’ adlı eseri ilk olarak 1930’da kitap olarak yayınlanmıştır. Eser yedi farklı hikâyeyi içinde barındırır. Kitaba adını veren ilk hikâyede köy kökenli, saf ve kültürsüz iki kişinin ada seyahatine sıkışları ve bu yolculuk sırasında başlarından geçen aksilikler, yanlış anlaşılmalar mizahi bir biçimde anlatılır. Diğer hikayelerin adları ‘Nasıl Öldürdüler?, Müslüman Mahallesinde Bu İş Olur Mu?, Arzın yuvarlalığına İnanmıyor,Büyük Ana, Tövbeler Tövbesi, Vesika ve sair Hikayeler’ dir. Bütün bu hikâyelerde İstanbul’un farklı kesim ve mahallerinde karşılaşılabiliecek insan manzaralarının iyi bir gözlem sonucu aktarıldığı anlaşılmaktadır. ‘Nasıl öldürdüler?’ ve ‘Büyük Ana’ adlı öykülerde dram öğeleri ön plana çıkarken, diğer tüm öykülerde mizah öğeleri ön plandadır. Bu çalışmada mizah ve dram öğesi taşıyan öykülere birer örnek olarak ‘İki Hödüğün Seyahati’ ve ‘Büyük Ana’ adlı öykülerin önce kısa birer özeti verilecek, sonra içerik incelemeleri yapılacaktır. İçerik incelemeleri yapılırken öykülerde dönemin özelliklerini yansıtan detaylar üzerinde durulacaktır.

1 ÖZET
İki Hödüğün Seyahati
Mahir ve İrfan Köyden kente göçmüş birer aileye mensupturlar. Dayılarının yanında ikamet ederler. Zamanlarının çoğunu kahvede tavla oynayarak geçirseler de bu oyunu da kurallarına uygun oynamayı başaramayarak çevredekileri kendilerine güldürürler. Bir gün kahvede, Büyükada’da çalışmış yorgancının ada hakkında anlattıklarından çok etkilenirler ve oraya gitmeye karar verirler. Adını da ‘büyük oda’ diye belledikleri yere gitmek için bu iki arkadaş traş olur, kokular sürünür hatta kendilerine boyun bağı bile alırlar. Fakat yakalıklarıyla bu boyunbağının bağlanmayacağını farkeden kafadarlar boyunbağını yakalarının üstüne bağlayarak, ipekli kumaşın heryerini göstermenin uygun olacağını düşünürler. Yola çıktıklarında nereye gideceklerini unutan kafadarlar yolda her gördüklerine gidecekleri yeri ve nasıl gideceklerini danışırken, çevredekileri yine kendilerine güldürürler. Nihayet ada vapurunu bulup binerler ancak bindikleri vapurdan da emin olamaz etraftakilere vapurun nereye gittiğini sormaya başlarlar. Bu sorular karşısında ikilinin nereye gitmek istediğini anlamayan kimselerle de çeşitli anlaşmazlıklar yaşarlar. Vapurdaki Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarına mensup kimseler hem bu ikiliye yardımcı olmaya çalışır hemde bunlarla alay ederler. Yanlış anlaşmanın sonucu Mahir ve İrfan ‘kınalı at’a bineceklerini sanarken Kınalıada’da vapurdan inerler. Vapur iskelesinde Büyükada’ya gitmek istediklerini anlayan görevli onları bir sandalcıya paralı mirasyediler olarak tanıtarak emanet eder. Sandalcı kısa süre sonra ikilinin zengin olmadığını anlayınca daha fazla kürek çekmemek için ikiliyi Heybeliada’da bırakır. Onları adaya bırakırken, o da Tellal Yanko’ya Mahir ve İrfan’ın zengin ve gününü gün etmek isteyen beyler olduğu yalanını söyler. Rumca konuştukları için Mahir ve İrfan’ın kendileri hakkında yapılan bu yorumlardan haberi olmaz. Yanko onları bir faytona bindirip bir gazinoya götürür. Gazinoda içki içer ve bir meze sofrasında otururlar ancak meze tabaklarının küçüklüğü karnı acıkmış olan kafadarların derin derin düşünmelerine sebep olur. Henüz karınları doymamıştır ancak sarhoşluk kendini göstermeye başladığında gazinocu şimdiye kadar içtiklerinin parasını ister. Karşısında zengin ‘görmemişler’in olduğunu düşünen Yanko onların hesabına içki içmeyi çevrelerinde toplanan kalabalığa telkin etmiştir. Ceplerindeki paranın katbe kat üstü hesapla karşılaşan ikili ne yapacağını şaşırır. Hesabın bu kadar çok oluşuna da akıl sır erdiremezler. İstenilen paranın onda birine tıka basa köfte piyaz yiyebilmelerine rağmen burda üç zeytin, iki gümüş balığı ve bir kaç lokma ekmeğe bunca para istenmesini hazmedemezler. Para ödememeleri halinde polise gideceklerini anlayınca dayılarını utandırmamak için İrfan’ın gözü gibi baktığı ‘ingiliz parası’nı bozdurmayı düşünürler. Bunu planlarken kullandıkları kelime ise ‘ingilizi parçalamaktır’. Bunu duyan garson ikilinin bir cinayet hazırlığı içinde olduğu korkusuna kapılır. Gazinocu, tellak ve garson polisi çağırır ve gazinoda yemek yiyen öğretmen ‘Mister Klarkson’u bu tehditten korumaya çalışırlar. Kafadarlar ise birbiriyle ‘ingiliz parası’nı bozdurup bozdurmamayı tartışmaktadırlar. Tartışma iyice kızışırken, garson da olası bir suikasttan kendini koruması için ‘Mister Klarkson’u uyarmaya gider ancak İngilizce bilmediği için durumu anlatmayı bir türlü başaramaz. Elini silah gibi doğrultur, kama gibi saplama hareketini taklit eder, son olarak da boğmaya çalışır gibi yaparken; sabrı taşan İngiliz de garsonla yumruk yumruğa gelir. Gazinodaki kavgayı polislerin gelişi durdurur. İngiliz onu öfkelendiren garsondan şikâyetçiyken, cinayet planlayanlar olarak Mahir ve İrfan gösterilirler. İngiliz parçalamaktan bahseden ikilinin İngiliz’in parası peşinde olduğunu düşünmeyi zabıta amiri de sürdürür. Hangi İngiliz’i parçalayacaklarını soran zabıta amirine İrfan cebindeki parayı gösterir. Ahalinin alkışlarıyla hikâye sona erer.

Büyük Ana
Aksaray civarında zamanında çok şen olmasına karşın artık bir mezar sukunetine bürünmüş evin akıbetinden bahsedilen bir hikâyedir. Ev ahalisi ardı ardına genç yaşta vefat etmiştir. Aileden geriye yetmişlik bir büyük ana bir de beşikteki torunu kalmıştır. Büyük ana ölen her bir gencin ardından kendi ölümü için feryat figan etmiş ancak torununa bakmak vazifesiyle başbaşa kalmıştır. Bebekliğinden delikanlılık çağına kadar büyük ana torunu Ali Lütfullah’a gözü gibi bakmıştır. Okulunda rahat etmesi için öğretmenlerine hediyeler sunmuş, sokakta haşarılık öğrenmesin diye evi oyuncaklarla doldurmuştur. Tahsiline devam eden Ali Lütfullah akranlarıyla birlikte askere çağrıldığında büyük ana onun askerlikten muaf tutulması için yetkililere mektup yazmayı planlamış fakat torununun asker olmasını ve Irak Savaşı’na gönderilmesine mani olamamıştır. Torunundan haber alamayan yaşlı kadın meczuplaşmıştır. Torunun farklı yaşlardaki hallerinin hayalleriyle günlerini doldurmaya çalışmıştır. Bir gece komşular onun çığlıklarına eve koştuklarında kadıncağızın bir rüyadaymışcasına cephedeki torununa seslendiğini görürler. ‘Vurdular... Öldürüyorlar’ diye çığlıklar atan yaşlı kadın torununa su verme vaatlerinde bulunmakta adeta bir hayalle konuşmaktadır. “Sırma başlıklı develer, al tabutlar içinde şehit taşıyorlar.. İşte a.. Ah yavrumun beyaz alnına bir kurşun daha gömüldü.. (...) Ali Lütfullah Sana su vermeye .. kanlarını silmeye geliyorum..” Gözyaşlarına boğulan kadın oracıkta ölüverir. Daha sonra yaşlı kadının vefat ettiği saatlerde torunun da şehit olduğu haberi duyulur. Anlattığı hikâyenin ardından yazar sözü kendisi alarak bu durumun garipliğinden fakat insanın içinde imanı nasıl coşturduğundan söz eder. Ve hikâye bu şekilde sona erer.
2 İÇERİK İNCELEMESİ
Hödükler ne kadar Hödük?
Mahir ve İrfan köy kökenli oluşları, düşük bir sosyo-ekonomik kesime aitlikleriyle tanıtılırlar. Saf- ‘zihnievvel’ oluşları da pek çok örnekle dile getirilir. Tavla oynarlarken sayı saymaktan bir haber halleri anlatılır. Birbirlerinin adını bile doğru telaffuz edemezler. Babıâli’de hizmetçilik yapmaktadırlar. Kahvede dinledikleri Büyükada onlar için hayali kurulamaz bir yerken, gidip görmek için kendilerinde kuvvet bulmaları çok kolay olmuştur. Gittikleri yerin süsünü dinlediklerinden olsa gerek; kendileri de süslenmek için epeyce çaba sarfetmişlerdir. Yakalıkları, kalıp ettirdikleri eski ve yağlı fesleri, yeni aldıkları kravat, saçlarına ve bıyıklarına sürmek için fazladan verdikleri esans parası onların naifliğini anlatan birer örnektir.
Mahir ve İrfan pek çok kelimeyi yanlış anlarlar ve telaffuz ederler. Vapur’a ‘panpur’ der, Büyükada’yı ‘büyük oda’ diye bellerler. İşittikleri herşeyi yanlış anlar ve yanlış cevap verirler. Mizah öğeleri genellikle bu yanlış anlaşılmalar üzerinden verilmiştir. Adaya gitmeye karar verirler ancak yola çıktıklarında gittikleri yerin adını unuturlar, onu bulduklarında vapurda nereye gittiklerinden emin olamaz; onlara yardımcı olmak isteyen Rum Sucu’yu yanıltır, Kınalıada’da inmek durumunda kalırlar. Kınalı bir at’a bineceklerini düşünüp onun çiftelerinden korkan ikili burada da etraftakilerir maskarası olur. Çevredeki kimseler birbirlerine takılmak için bu ikiliyi kullanır. İskele görevlisi sandalcıyı cebi dolu mirasyedileri Büyükada’ya götürmesi için kandırırken, duruma uyanan sandalcı da Tellal Yanko’yu kandırır. Aralarındaki konuşmalar hep Rumca olduğu için ikilinin durumdan hiç haberi olmaz. Yazar Mahir ve İrfan karakterlerinin kültür yoksunu ve aklıselimden uzak hallerinden hiç hazzetmez bir tavır sergilese de onların kandırılış ve sürüklenişleri de onu pek memnun etmemektedir. Faytona bindiklerinde neşeyle etrafı izleyen Mahir ve İrfan zıplamak şarkı söylemek istediklerini dile getirirler. Onaların neşesindeki naiflik de yine sempatik bir öğe olarak aktarılmıştır.
Karagöz ve Hacivat benzeri bir diyaloğu sürdürmelerine rağmen ikili onların tersine birbirine çok benzemektedirler. İkisi de aynı kesimi temsile etmektedir. Karşılarına çıkanlar ise ya onların şaşkınlığı ve kılık kıyafetindeki özentiliği alaya alan standart İstanbul’lulardır. Bu İstanbullu’lar arasında Rum, Ermeni ve Yahudiler de bulunur. Onların da eleştirileri veya alayları ikilinin nereye gideceğini bilmez hali, güvensizlikleri ve özentisi açık komik kılıklarıdır. Mirasyedi olabileceklerine dair yapılan takılmaların pek çoğu da ‘sonradan görme’ diye tabir edilebilecek zenginlerin dönemin yaygın bir alay konusu olmasından kaynaklanabilir.
Mahir ve İrfan’ın ‘ingiliz parası’na karşı gösterdikleri tarif olunmaz şefkat hatta besledikleri aşk, başlarını beladan kurtarmak için bile harcayamayışlarının sebebidir. Onu parçalamaktan yani bozdurmaktan bahsetmeleri ise başlarını yeni bir belaya sokmuştur. Onların parasızlık karşısında cinayete başvuracaklarını düşünen tellal ve gazinocu sadece mizah unsurunu arttırmak için yaratılan yanlış anlaşılmanın abartılması için kullanılmıştır.
İçinde barındırdığı öğeler ve tiplerle döneminin güzel tespitlerine yer verse de bu öykü bir mizah öyküsüdür. Yanlış anlaşılmalar, aksilikler, alaylar abartılı ve komedi unsurunu destekleyicidir. Yine de ekonomik ve sosyal farklılıkları göz önüne sermiştir. Anadolu’dan İstanbul’a gelen ‘Türk’ün maddi sıkıntılar içinde olduğu ortadadır. Bunun yanında İstanbul’da ya da Adalarda yaşayan Rum, Ermeni veya Yahuiler de bolluk içinde yüzmez, suculuk, sandalcılık, tellallık gibi işlerde çalışmaktadırlar fakat kentli ve uygar bir yaşayışa sahiptirler. Kent ve köy yaşantıları arasındaki fark da bu sayede ortaya konmuştur. İstanbul’da yaşamını sürüren İngiliz ise parası için öldürülmesi olası gözüken zengin kesimi temsil etmektedir. İngiliz’in el kol hareketleriyle anlaşmaya çalışan garsonun tavırlarından rahatsız olması öfkelenmesi abartılı bir yanlış anlaşılma silsilesinin bir parçası olduğu kadar kültürlerarası farklılıkların yarattığı sıkıntılara bir gönderme olarak da kabul edilebilir.
Telepatik olayların varlığına dair bir öykü yazabilmek
Bu öyküde yazar öncelikle büyük ana ile Ali Lütfullah’ın yaşadıkları evin bakımsızlığı ve yanlızlığını anlatır. Evin kişileştirilmesiyle başlayan bu öykü içinde yaşayan yalnız ve farklı bir ilişkiye sahip babaanne-torun ilişkisinin çerçevesi konumundadır. Oldukça kısa detaylarla babaannenin evde sağ kalan en yaşlı insan oluşu, gördüğü ölümler karşısındaki çırpınışı anlatılmış ardından da geri kalan bir tek torununa ne kadar büyük bir bağlılık duyduğu vurgulanmıştır. Ali Lütfullah da oldukça sakin ve uyumlu bir çocuk olarak babaannesiyle ilişkisinde ideal bir dengenin parçası olmayı başarmıştır.
Ardı ardına gelen ölümler karşısında büyük ananın çaresizliği ve yalnız kalışı bir torun büyütmenin emeğiyle hayata bağlanması bir kadın karakterin analık vazifesine yapılmış bir vurgu olarak kabul edilebilir. Büyük ananın henüz beşiğinde öksüz kalan torunun emzikle yetinemediği zamanlarda kendi memesinden emzirmeye çalışması bu durumu destekleyen detaylardan biridir.
Askere çağrılan torunun evden ayrılışına engele olamaması ve askerlik hizmetinin kaçınılmaz bir durum olduğunun belirtilmesi döneme dair yapılabilicek gözlemler sonucu ortaya çıkan bir özelliktir.
Öyküyü telepatik bir yaşantının sonlandırması bu öykünün en önemli özelliğidir. İslamı inanışta ruhların birini hissetmesi birbirinden haber alması uygun karşılanabilir bir durumdur. Batılı bir parapsikolojik durum algısından öte yazar da bu durumu imanı kuvvetlendirebilcek bir olay olarak görmüştür. Zaten yazar bu olayı öykünün sonunda bir paragrafla özetleyerek kendi sesini duyurarak yapmıştır. Torununun şehit oluşu karşısında ona yürekten bağlı oln babaannenin çırpınışları ‘şehitlik’ kavramının kutsal olduğu bu coğrafya da son derece makul kabul edilebilecek bir olgudur. Telepatik diye adlandırabileceğimiz, torunun şehit oluşu sırasında ölümün babaannneye hissettirilmesi veya iletilmesi dini ve psikolojik açılardan ele alınabilecek bir durumdur. Torununun şehit olduğu sahneyi gören büyük ana durum karşısındaki çaresizliğinin farkında olmaktansa ona ve çölde susuzluktan sıkıntı çeken tün millet evlatlarına su getireceğini vaadederek mekânsal ve bilinçli tüm algıları yok etmektedir. Yazarın son derece naif başlayan hikâyesi, ölümler karşısında birbirnden destek bulan bu iki kişi ölümlerinde de birbirlerini yalnız bırakmayarak naigflikten ulviliye bir tür geçiş yaşamışlardır. Yazar anlattığı olayın duygusal yoğunluğunu bozmayı göze olarak öykünün sonunda kendisi söz almış ve böyle bir durumdan nasıl bir anlam çıkartılması gerektiğini okuruna belirtmiştir.
“ En imansızların bile:
Les manifestations telepetigues des mourants dedikleri bu anlaşılmaz esrar ve kuvvet nedir?
Dünyadan cüda düşen bu iki ruhun teselli için ahirette birleştiklerine insanın imanından şehadetler dışkırıyor gibi oluyor..
Allahım sen de, biz de, hayatta, ölüm de hep hep mevcuddat birbirne girift, hallolunmaz muğlak ve ali birer muammayız..”

3 SONUÇ

İçinde barındırdığı yedi öyküyle ‘İki Hödüğün Seyahati’ adlı eser Hüseyin Rahmi’nin farklı durum ve kesimlere ait gözlemlerinden oluşmuştur. Tüm öykülerde abartılı örenklerle, içinde bulundukları durumu uçlarda yaşayan karakterler verilmiştir. Dönemin sosyal, ahlaki değişimlerini ortaya koyan eserde; ‘Nasıl Öldürdüler?’ de hayvanlara yapılan zulüm ve çocukların acımasızlıkları anlatılırken; ‘Müslüman Mahallesinde Bu İş Olur Mu?’ da karısnın namusundan şüpheye düşen bir koca karısının aşığı sandığı adamın rolünü ezberleyen bir aktör olduğunu farkederek şaşkınlığa düşer. Duygulanımlar ve beklentiler hep marjinal düzeylerdedir. Öykülerin karakterleri hep yanılgıya düştüklerini farkederler; bu garip bir telaffuz hatası sonucunda da olabilir , kayınvalidenin gelinine karşı zafer kazanma çabasında da , ya da erzak için vesika almaya çalışırken genelevlerde çalışma iznine müracat etmeye çalıştığının farkına vararak da olabilir. Namusa, ahlaka, bilime ve sosyal kurallara dair bildiklerinin yanlışlığı ortaya çıkar ve tuhaf durumlara düşerler. Bu özellikleriyle hikâyelerdeki komedi unsurları toplumdaki eksikleri ve yanılgıları vurgular. Hüseyin Rahmi’nin bu gözlemleri hem dönem özelliklerini anlamaya yardımcı olmakta hem de okunması keyifli mizah hikâyeleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.





























KAYNAKÇA

1) Hüseyin Rahmi Gürpınar, İki Hödüğün Seyati, İstanbul, Hilmi Kitapevi, 3. b. ,1960.
2) İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, Dergah Yayınları, 6. b. 2005.

Hiç yorum yok: