23 Ekim 2009 Cuma

i have an addiction, so what?


eski bağımlılıklara dönüş zamanı mıdır? nedir? öyle de olabilir! ...mmm... çıtır çıtır rengalenk:)!
fıstıklı!

16 Ekim 2009 Cuma

medet senden ya fortune cookie





















Efenim oldum bittim Amerikan filmlerinde görür özenirim, fortune cookie deyip kırıverirler içinden çıkana kah gülerler kah bilmem ne... Bu özendiğim gavur adetlerine kısmen bulaşma günüm ilan ettiğim bu günde(kendimi aburcubura tatlıya verdim demiyorum da süslüyorum) ; markette görüp de almadan geçemedim. Bizim yeri geldi mi falım sakızımız neyse bu kardeşimiz de o işlevi görüyor. Ben burda nerden kahve falı baktırırım? tarot baktırdım diyelim, söylediklerini anlamazsam param ziyan olur der yan çizerim. Sanki fal baktır baktır ölen, medyum hoca gezen bi insan gibi konuşuyorum ama insan memleketinden uzakta olunca batıl inanç ihtiyacı da artıyordur belki canım, biraz da bunu düşünün. Hem ihtiyacım var canım belki saçma sapan şeyler duymaya. Yıllardır söylediler sana yurtdışı var diye bak oldu, şimdi nolucak? geri dönüş var mı? onu soramadan geldim. Ya medet fortune cookie dedim! İçinden 'Renunion' da en genç görünen olacağımın müjdesi çıktı! Bu durum "Amazon" mu üzmesin, en azından bir reunion var havadisi benim günümü şenlendirdi!
Ben buna dadanırım gibi de geliyor gerçi bana, tadı yine rezalet. Yenecek bişey değil, kağıt gibi köpük gibi (aklıma karides cipsi hezimetini getirmedi desem yalan olur- çin işi işte),sırf içindeki kağıda para veriyor insan. Tavşan bulsam niyet çektirmeden geçmem, aynı hesap! Kampüsteki tavşanlara mı salça olsam acaba! Alisvari hasletlere gark oluyorum galiba!

hoşgeldin ya şehr-i halloween...
















Cadılar bayramı yaklaşıyormuş efenim. Burada da cadılarıyla ünlü Lancaster Kalesi mevcut hatta okuldaki college'lardan birinin amblemi de adı da bu. Pendle Cadısı diyorlar. Kont Dracula da burlardaki Whithby civarında yazılmış, cadılar bayramında orada parti mevcutmuş. Ben bu neşeye tatlı bağlamında ortak olayım istedim, maksat erkenden havaya girmek. Beni bilirsiniz her işimi önceden ayarlamayı pek severim?! ahaha yani hep isterim de olmaz! Cadılar bayramına da bu biçimde ön hazırlık yaptım, işin içinde cup cake olmasaydı o iş de zordu ama oldu! Tatları o kadar da şahane değil valla özenmeyin!

britiş saptamalarım (not:naif)

Yolculuktu, yok efendim alışma devresiydi derken aklıma birşeyler takılıyor unutmaktan korkuyorum. Yazdığım bir takım ana parçaları daha sonra paylaşmayı planlayarak 2 haftalık maceramda aklıma takılan, veya dikkatimi celbeden şeylerin kısa bir listesini çıkarmaya karar verdim.
1. Yıllar yılı naide televizyon kanllarımız son baharden kışa geçerken mutlaka bir kez haberini yapar yok efendim rusların, gürcülerin, iskandinavların çocuklarını kara sokup çıkarışının. Biz de deriz: 'aneem, napıyorlar?! Donacak çocuk!'. her kültürün çocuk yetiştirme stili kendine (scientific objectivity bu) pek tabi! Ancak gözden kaçan ana nokta şu bence; İngilizler sadece kız çocuklarını vakti zamanında Arapların kuma gömdüğü misal kara ya da yağmur çamur birikintisine terk etmekte kanımca! İnsan evlatları üşümüyor yahu. Ya da üşüyorlar da çaktımamak makbul belki burda. Hava sıcaklığı 7 ila 11 arasında değişirken (gece daha soğuk haliyle), denizden geldiği belli epeyce soğuk bir rüzgar eser, yağmur ha yağdım ha yağacağım derken dilberler cıbıl gezmekte. Ben kafama atkı bağlamış, en kalın montu giymiş 'bırr' diyerek yolda hareket etme mücadelesi verirken yanımdan minicik eteği, topuklu (genellikle açık) ayakkabıları, yaka bağır açık bluzları ile makyajlı ve çığırtkan ingiliz kızları geçtikçe heyheylerim depdepleniyor- bak ne diyeceğimi bilemiyorum!
üstüne üstlük yağmurda sandalet ve babet de giyiyor bunlar!
İşte hayat bilgisi dersinin eksikliği bence burda karşımıza çıkıyor, mevsime uygun giyinme ünitesinden memleketçe çakmış bunlar!

2. Her tarafta tatlı var! Görüp görebileceğin her reyonda hem de. Kuru gıda, donmuş gıda, buzdolabı, kırtasiye reyonuna bile kurabiye koymuşlar, o derece! Envayi çeşit tatlının içinde kendimden geçtim pek tabi. Baktım, inceledim! Alkollüsü, alkolsüzü, low fat'i, high fat'i...Çılgınlık! Aklıma mukayyet olma çabası veriyorum! Ama her yerlerdeler...

3. O Ale ale diye methettikleri bira'yı da çözdüm. Pek tabi yeniliklere açık bünyem her cins ve çeşit birayı denemeyi planladı. Efes'e olan özlemimi insanlara 'bizim bi efes var çok şahane, biz de ellilik var, yok efendim saplı bardağa Arjantin deriz' diye cümleler kurarak gidersem de yeni denemelerim sürüyor. Ale denilen bu kara bira şahsıma içine kül karışılmış birayı anımsattı. Evet herkes bilir ergenlik yıllarında 'biraya kül karışırınca kafa yapıyormuş oolum' tarzı şehir efsaneleri dolaşır. Bendeniz böyle bir denemeye bile isteye asla girişmedim tabi aklı selim bi genç olarak. Ancak yoğun alkollü bir gecenin sonunda içine izmarit atılmış bira şisesini ziyan olmasın diye kafama dikmişliğim, o izmariti de ağzımdan 'blup' diye atmışlığım var ne yazık ki! Ordan biliyorum. Bu Ale'de o, izmarit yok ama küllü bira...

+.Martı geçince camımın önünden mutlu oluyorum. Sabahları İstanbul'da martıların coşkunca çıkarttığı ve benim o çok sevdiğim gürültü yok ama martı görünce bile insan anımsayıp sevinebiliyor. Zaman zaman aklıma 'Birds' de geliyor malum bu toprakların mahsülü ama ben İstanbul'u düşünmeyi tercih ediyorum.

5. İnsanlarla biraraya gelince ne yazık ki en çok yemekten konuşuyorum. Utanıyorum dostlarım ama bu böyle. Yoğurttan sütten peynirden dert yanıyorum, ete daha doğru dürüst el süremedim deyip sızlanıyorum. Yoğurtlar tatlı anasını satayım, süt çok yağlı tadı yağlı yağlı yahu böyle köy sütünün plastikisi, beyaz peyniri kim kaybetmiş ben bulayım; Greek versiyonu var o da taş gibi mübarek. Et konusu da benim için çok hassas olduğunda (lezzetli olmak zorunda) vegan bi yaşam sürdürüyorum. +5cm'lik salatalığım bitmek üzere yenisini alacağım, marıl ve makarna en sevdiğim şeyler, 'hey haat ben bu hallere düşecek insan mıydım?! ', en sevdiğim şey mercimeğin konserve versiyonunu bulabildim bir tek onu da konserve açacağım olmadığı için komşunun bıçağıyla 20dk.da falan açtım. Gözüm nasıl mercimek diye döndüyse artık. Komşunun bıçağını ise bana bıçak satmadıkları için kullanıyorum hala. Polise pasaportumu teslim edince bir süreliğine- göçmenlik icabı- bıçak alabilicek bir insan olduğumu kanıtlayamadım İngiliz esnafına.

6. Bozuk paralar çok ağır. Adamların parası boşuna değerli değil, hakikaten ağır yahu metali. Bir de çözene kadar imanım gevriyor ne dediklerini, hadi herşeyi ağızlarının içinde söyleyip kamuyla paylaşmaya isteksizler ama o parayı adam gibi söylesen de ben de gerilmeden ödesem, hep bütün para verip bozuk para katsayımı fırlattırmasam olmaz mı güzel kardeşim?

7.Utanarak söylüyorum, bir gün başıma gelmeyecek gibi alay ettim, güldüm ama oldu. Bende bir 'for Dummies' kitabı sahibiyim artık. Spss for Dummies, belki spss diye affedilir yanı vardır diyeceğim ama bu kendimi kandırmak olur. Evet, aldım! Hem göçmenim, hem dummy! Vah bana, vahlar bana!

8. Burda Burger King yok! Diyeceksiniz tabi, gittin de fast food zinciri mi özledim Kapitalizmin dedesinin meleketinde, simit falan çekse bari canın allahsız diyebilirsiniz. Simitte özledim ama Burger King'in olmayışı hayal kırıklığı yarattı ben de . Hazırlıksız yakaladı. Olmayacağı hiç aklıma gelmemişti! Steakhouse'u Honeymustard sosu, sarımsaklı mayonezi özledim!

9. Nero Kafe'ye gittim geçen gün sınıf arkadaşlarımla. Yeni yeni sosyalleşme denemelerimden birisi olarak. Duvarda kağıt oynayan amacalrın olduğu büyük bir fotoğraf vardı. Kırathane usulü, arkada portakallı gazozlar bilan... 'ay ne kadar Türkiye gibi...' dedim, yunanlı arkadaşımı onöre etmek için 'ya da yunanlı...' diye ekledim hala yanlışımdan bilinçsiz cahilce... O anda yeni arkadaşlarım cahillliğimi/ dikkatsizliğimi/ alıklığımı yüzüme vurdular 'İtalyan' dediler 'o resim italya'da çekilmiş, burası Nero' dediler. 'aghh' dedim içimden, e biliyorum ben bunu ve nasıl oldu da karıştırdım bütün sembolleri! Bütün suçu aklımı başımdan alan ekstra kremalı sıcak çukulataya atıp, ölen beyin hücrelerimin yasını tuttum. Bu dikkatsizliği (şabalaklığı benim deyimimle) yeni arkadaşlarım gördü, neden sizlerde bilmeyesiniz.

10. 2 haftadır, İngilis ellerinde cep telefonu numaram, atm kartım, pasaportum ve bıçağım (mutfakta len) olmadan yaşadım ve insanların bununla ilgili şakalar yapmasına katlandım. 'oouu you poor thing' gib cıvıklıklar, hiç gelemem, hazzetmem! Ama 'şimdi gelde gör beni' diyorum, hem atm kartım var hem cep telefonu numaram. Sancılı oldu ama oldu.

11. Burda ne zaman kötü hissetsem ya kütüphaneye ya da kitapçıya atıyorum kendimi. Bir huzur veriyor insana. Kitapçıya atmalarım hep tuzlu sonuçlanıyor ne yazık ki! Bugün de 3al2 öde kampanyasının öle bayıla kurbanı oldum. Cicilerimi sayıyorum: Jack Kerouac- On the Road (nihohaha-nihayet/ beat üzerine konuşak insan bile buldum be sonra), Sylvia Plath- the Bell Jar (buna da bi nihohaha), üstüne de Douglas Adams- The Hitchhiker's Guide to the Galaxy'. 18 pound gibi birşeye patladılar bana derken 4pound'a da bir Lancaster ve civarı Guide'ı ediniverdim. Sonra yemeğimden kısarım diye düşünüp, bölümün beleş yiyecek beleş içki kokteylimsine daldım! Abur cubur yiyeceklere alışmaktan öte, iki haftadır ilk defa zeytin- peynir yedim orda! Nasıl mutlu oldum. Zeytin turşumsuydu, peynir sertti (nihayetin burdakilerin partilerine egzotik/akdenizli hava katsın diye icat ettikleri bi plastik market mamulü) ama olsun zeytindi, peynirdi, saadetti!

11.5. He bi de burda opel diye bir marka yok; adı Vauxhall olmuş burda! Vauxhall corsa, vauxhall meriva gibi...

Şimdilik bu kadar. Devam edecek...

12 Ekim 2009 Pazartesi

tek bulabildiğim...





i lost my own personal homer!
then lets eat them all...
:D

çığılıma...



the mabel, el mabel, la mabel, das mabel, a mabel, who mabel, which mabel, kim mabel, ben mabel, sen mabel!

where is mabel?
mabel is gone!
tüh mabel!
The İngliş Birekfıst! Tamamını yemeyince tadı çıkan...

İki resim arasındaki fark



resimlerden biri huzuru temsil ediyordu!
şimdi ikincisi umudu temsil ediyor!
Ne garip...

yeni macera - adı: britanya vol 1-ulaşmak

30/09/2009 Lufthansa ile İstanbul'dan Münih'e giden uçak, beni Manchester'a(Lancaster'a) ulaştıran şey'de ve içimde olanlar...

Uçağa dar alamet yetiştim. Duty Free'den planladığım gibi bir karton sigara falan alamadım (meğer ne çok ihtiyacım olacakmış). Yalnızlık duygusu enteresan, hem idrak edemedim daha tam, hem de ilk farkedişimi yaşadım. Bana en yakın ama birbirine son derece uzak/yabancı iki insanı bırakıp yürüdüm, pasaport kuyruklarından geçtim, yürüdüm panikle, yetişemezsem diye; yetiştim. Şu an uçak yavaş yavaş hareket ediyor. Nereye gittiğimi tam da bilemeden ben de gidiyorum onunla. Etrafım yabancı insanlarla çevrili. Yanımda oturan zenci bir adam, son derece zorlanarak hatta paralanarak yerime ulaştırdığım 18 kiloluk sözümona el bagajımı yukarıya yerleştirdi. Ayağımın dibinde yanıma alabildiğim tek el çantam 'dear gri'- ona artık böyle seslenmeye karar verdim- ya da 'sepet-i gri'.Cam kenarındayım, etrafı/aşağıyı iyice görebilmek için. 2 saat rötar yapan uçak bana annemin ve sevgilimin yanında birazcık daha zaman hediye etti. Onlar şimdi biraz hüzünlü, biraz herşey yolunda 'artık yola çıktı' rahatlığıyla hayatın içine daldılar. Annem metroyla otogara gidip, Bursa'ya varmaya odaklanacak. İlke ise 5'teki dersine yetişmeye çalışacakç Gidebilirse, hocayı dinleyip, bütün gün nasıl olup da bu kadar yorulduğunu bilemeden, farkedemeden evine varıp kendini yatağına bırakıverecek. Uçak hala durup dururken, kaptan dile geldi. Bense dikkatimi ancak 'we're number 7 for take off' deyişine denkleştirebildim. Aklıma İlke geldi. Onun 'kalkışta bir numarayız'ı ve bugün yolda, havaalanına gelirken bu durumu hatırlayıp heyecanla anlatması... Benimse onu dikkatle dinleyip (hikayeyi en iyi bile insan olmama rağmen), müşvik bi şekilde desteklemem, canı gönülden kıkırdamam...
Yalnız kalmak konusunda bi ton martaval okudum da, onların yanından ayrılıp elimdeki kilolarca ıvırzıvırımla kalınca ne yapacağımı bilemedim. Uçaktaki koltuğuma oturuncaya kadar da düşünmemek için zihnimde öteledim kısa süreliğine.
Çocuk gibi insanların suratına bakıyorum uzun uzun. Herşeyin karşısında 'japon balığı/turisti' misali ağzım açık kalakalabilirim. 203 numaralı kapıya geldiğimde telefonum çaldı ama şarjı da bitti tam o anda. Şimdi nasıl haberleşirim bilemiyorum. Haber vermenin ne kıymeti kaldı onu da bilemiyorum. Onların ne yaptığını merak edip, 'bindin mi annem metroya/otobüse?', 'yetiştin mi derse?'sorularını sormak istediğimde ne yaparım diye içim 'cız'ladı şarjın bitişine! Dün hem vize hem bilet alıp, bugün yola çıkmak yeterince apar topar değilmişcesine, 2 saat geciken uçağa apar topar, sevgilimi gönlümce öpemeden, annemle birlikte ağlayıp birlikte susamadan, birbirimizin yanağındaki yaşları kovalamadan gidiverdim. Ama hiçbir veda tam tekmil olmaz herhalde; 1 öpücük eksik, 1 sarılma güdük kalır. İnen bir uçağı görüp heyecanlanırken, kuzunun son anda verdiği 'mabel'in cebimdeki sertliğinin elime gelmesiyle ağlama istediği içimde sanki yıkandıktan sonra burula burula sıkılan bir çarşaf şeklini alıyor.
Suratımın sırıl sıklam olması ve burnumun fena halde tıkanması sonra, annenin yolda gelirken 'sen de dursun, lazım olur' diye verdiği içinde 5-6 tane karanfil tanesi atılmış selpak paketini bulmaya çalışmak sulu sepkeni yine artırdı. Onu ararken, camdan kalkış sıralarını bekleyen oyuncak gibi dizilmiş uçakları görünce de ağlamam durur, oyalanıcak bir şey bulmuş çocuk gibi sus pus olup onları seyredaldım. Sonra uçak hızlandı, ben etrafa baktım. Sonra kalkış, içimde yine ağlamak kabardı, sonra denizi gördüm uzakta, yine ağlamak hissi, derken denizin üstünde olduğumu farkettim. Gemiler artık minicik... Denizin üstünde uçağın belli belirsiz gölgesi... Zihnimde şehrin artık görünmeyen kalabalığında sevdiklerimin telaşesi geldi aklıma, karanfil kokan selpak, cama yapışmamı fısıldayan içimdeki adam, dışarıda beyaz bir duman gibi bulutlar. Ben artık orada değilim! Sen artık orada değilsin... Hep yerdeyken ben, havada gördüğümde 'beni de götürsene gittiğin yere' dediğim uçağın içindeyim. Dışarı da herşey beyaz ve mavi. Uçak hala yükselmeye devam ediyor. Çıtırdayan kulaklarım, denizin dibine inmekten bu yüzden nefret eden adamı anımsatıyor yine. Uzaktan uçuşu görünen uçağa bu sefer söyleyecek lafım yok; 'senin yolculuk nereye hemşerim?' merakından gayri. Gözüme giren güneşe rağmen nerenin üzerinde olduğumu bilmeden, deli gibi 'keşke bilsem!' diyerek suyun altındakine bakar gibi (bir çeşit plazmanın sanki) bakmak, şişe şıngırtısına kulak kabartmak... Daha da hızlanan uçağın altında bakır plakalar gibi parıl kızıl görünen göl ve akarsuların üstünde tahmine çabalamak... 'İlke olsa bilirdi' diye düşünüp bu sefer ağlamaklı olmayıp sırıtmak.. Atardı en azından! Bulutlara bakarken, aşağıdan ve yukarıdan ne kadar farklı göründüklerini düşündüm. Yukarıdan bakma zevkini içinde bulunduğum uçaktaki insanlarla paylaştığımı düşündüm sonra da. 'Kaç kişiyle?' sorusunu doğurdum sonra anneye verilen sözü tutmak için kaç kişilik bu uçak diye saymaya koyuldum.
Annem, 2 tane 3'lük sıra var yanyana yani 6'lı 28 tane. Perdenin önündeki 'biznıs'ları hesap edemiyorum fakat ortalama 168 kişiyle beraber ben bulutların yukarıdan görünüşünü ve altlarındaki bilmediğim dağ/tepe/ırmak ve kentleri seyrediyoruz.
Yeniden çıtırdayan kulakla sanki sevgilinin fısıltısı: 'bırak defteri, kalemi; dışarıya bak Cansu! nasıl güzel yaa, süper süper' deyişini duymak ve durmak!
Şu dışarıdaki süpere göz atmak!
Dışarı bakıyorum İlke ama etrafa yayılan enteresan bir yemek kokusu var! Patates yemeği gibi kokuyor sanki, zihnimi bulandırıyor, karnımı guruldatıyor. Bunları yazmadan olmaz ki! Hem gözüm hep dışarıda. Aşağıda bir sürü gölcük var belki burdan pek ufaklar aslında göl. Hepsi de kızıl kızıl parlıyor. Burası neresiki İlke? Yalnız başıma Almanca konuşan bir sürü insan arasında - geçen gün sana Almanlar'dan ne kadar hazzetmediğimi, kanepede uzanırken, anımsayarak- uzaktaki belli ki bir şey servisi yapan , girişte beni 'guten tag'layan hostı kesiyorum. Ne var, ne var yemekte , ne var? Kocaman bir şehrin üstünden geçtik şimdi ve ben onun kadar yordun ve açım. Yemekten de hafif bir dibi tutmuş kokusu gelmeye başladı. Yanağım güneşteni gözlerim uykusuzluk ve ağlamaklılıktan yanıyor benim de. Karnım aç, acıktı yani; yoksa anne sandviçim var, almam diye direndiğim ama sonra şükredeceğim! Aklıma işte delirmekte olan, evde ders çalışmak için kendini paralayan, öğretmencilik oynamakta olup benim şu an gittiğimden habersiz olan arkadaşlarım geliyor. Sonra kardeşim... ayağımdaki kırmızıları o da giymişti çocuk ergenken. Kolumdaki saat ise essah saatim ona emanet olduğu için şu an kolumda. Okulundan çıkıp sonbahar serininde terleyerek eve gitmeye çalışıyordur şimdi. 10dk sonra İlke'nin dersi başlayacak, annem otobüse bindi mi acaba? Yeniden aklıma düştüler...
Sonra yemek geldi! Minicik tepsi de minicik su! Anıl'ım suyun tadı kötü (non carbonated natural mineral water diyor; Ca 156, Mg 69, Na 47,4, Cl 71,8 , HCO3 810 bilgin olsun...)! Tereyağı ve ekmek var. Yemek içinde pıncık pıncık kabak, brokoli, domates, fasulye olan lazanya ayarı bir şey. Hamurarası sebze, soslu, fena değil! Anıl olsa çok severdi ama yoğurtsuz gitmedi :) Tereyağla ekmeği herkes yiyor diye ben de bir tadına bakayım dedim; gavurun tereyağı tam benlik sütlü sütlü, pek sevdim. Ama azıcık yedim, baydı. Tatlı olarak ise 'metro', Türkiyeli birşey görünce duygulanmak için çok erken ama ne desem bilemeyip yanımdaki zenciye uyup beyaz şarap söyleyince yanında metro şahane gitti. Şarapta plastik bardakta içtiğim en güzel beyaz şarap! Bana yavaş yavaş herşey güzel gelmeye başlıyor sanki... Aşağıda upuzun bir ırmak var, birazdan da yol biter herhalde. Avrupa'nın en uzun nehri hangisi? Volga. Yok o değildir bu! Başka neler var?
Hostes 'dankeşön' deyip boş tepsiyi elimden alınca bir garip hissettim. Hep dilini bilmediğim bir yerde yapayalnız olmanın hayalini kurduktan sonra şuan - arkamdaki Türk Teyzeler de olmasa, sağolsunlar!- pek çoğu yabancı ve almanca konuşanların arasından almanların havaalanına inip, şabalaklaşacağım. Ne saadet, ne gam?! Kaptan başladı 'Almancalamaya', acaba ne diyor? Uyuyakaldım her halde bir kaç dakika! Münih'ten Manchester aktarması nasıl yapılır? Aşağısı acayip dağlık ve yeşil! Bir an Heidi'yi gördüm sandım! Sanırım Almanya'ya geldik (18.10). Aşağıdaki tarlalar halı gibi, çok güzel, top oynayan çocuklar, kırmızı damlar... Hooop geldik!